Aceleyle çantamdan çıkardığım belgeleri posta memuruna uzattım. Memur hiç acele etmeye gerek yok gibilerinden bir bakış attı öncelikli muhattap olarak bana ve sonra tüm diğer tezcanlı kuyruk insanlarına. "Burda kız adı yazıyor gönderen olarak ama sen erkeksin", diye girdi lafa birden. Ağır ağır ve bastırarak söylemişti özellikle "erkeksin" sözünü, özellikle yaptığı çok belliydi, alay etmek için. Bunu oradaki tüm diğerleri de farketmişti, şimdi herkes bana bakıyordu. "Bu tavrınızın sebebi nedir, sadece gerektiği kadar hızlı davrandığım için mi benimle eğleniyorsunuz" demedim. "Ablam o", dedim. Gereksiz bir adama gereksiz açıklamalar yapamazdım, ki en gereklilerine bile pek fazla açıklama yapmıyordum zaten. Ablam asker bekliyordu, ona yazıyordu ve dışarı çıkma bahanem olsun diye de bana yollatıyordu, bu özenle yazılmış şirin mektupları. Tek dışarı çıkma bahanem bu değildi elbet. Her perşembe, dedemin mezarını ziyarete giderdim. Ölümünün üzerinden 36 yıl geçmiş dedemin mezarını, benim var olmamdan 12 yıl önce yokluğa göç etmiş dedemin mezarını, ama her gidişimde beni büyük bir iç huzurla haliç sahillerine sallandıran dedemin mezarını... O gün ise, ( o gün bir posta memurunu öldürdüm ) -posta atmak için çıktığım gün yani- zaten perşembeydi ve ben önce dedemi ziyaret etmek için yüzlerce beyaz mermer arasından siyah mermerli hedefime yöneldim. Yukarı doğru attığım her adım beni hep daha mutlu ederdi bu yönelmelerim sırasında. Yol kıvrımlı olduğundan ve kıç kıça dizilmiş mezarlar yüzünden, kimi yerlerde yatay hareket etmem ve hatta aşağı doğru bir kaç adım atmam gerektiğindeyse bu yolu yapan mühendisin diplomasına lanet ederdim.
O gün dedemin yanına daha hızlı çıkmak zorundaydım, çünkü postanenin öğle tatiline az kalmıştı. Bu yüzden her zaman yaptığım gibi sigara içemiyordum, çünkü gerçekten de nefes almak zor oluyordu koştura koştura sigara içerken. -Belki de gerilişim tam da bu sıralarda başlıyordu- Bunca beyazlığın arasında o parlak siyahlığıyla huzur kaynağım gözlerimin önündeydi. Ona doğru attığım her adımda kanım hızlanır, gözlerim de bir kaç sıkıntılı yaş peydahlanır ve doğmadan yine oralarda bir yerde kururlardı. İki elimle boynuna sarıldım, gözleri yaşarmıştı. Tüm diğer mektuplarla beraber, ablamın mektubunun da bulunduğu küçük boyutlarda -ama ağır olduğu mutlak- bir karton kutuyla beni engellemeye çalışıyordu, ve tam sol kulağımın altına gelen bir darbe canımı basbayağı acıtmıştı. Ben o gün, o memuru öldürmeseydim, ablam o askeri beklemeye devam edecekti ve belki de evleneceklerdi. ( oysa onlar zaten evlenmemişler miydi). 10 kuruşa aldığım mumu paltomun cebinden çıkarıyorum ve kabirin kafa taşının tam dibinde açtığım çukura gömüyorum. Kibriti çakıyorum, önce sigaram yanıyor sonra mum. Eğer böyle uyursam burada, biliyorum ki her şey düzelecek. ( uyumadan sigaranı söndür, yoksa yastığın çarşafın yatağın tutuşacak )
28.12.06
8.12.06
kadavra (2)
hayır öyle değil dedikçe ben, sen başka başka sorularla devam edeceksin düşünmeye. Sen düşünmeye devam ettikçe - tazeleyen şelalelerin altında, acı çekmekten hoşnut görünene kadar devam ettikçe- ben sana - yalan da olsa doğru da olsa- öyle değil diyeceğim. Çünkü dürüstlük bunu gerektirir. Çünkü hiç birimiz doğru nedir bilmiyoruz. Parmak aralarımı açık bırakıyorum. Akşam geç gelirsen sessizce sok tüm parmaklarını içime, hasta bir köpeğin ılık nefesi gibi. Süzülen herşey rahatsız edicidir çünkü. Umrunda değil biliyorum, bu kadar inkar, bu dürüstlük budalası tavırlar.
Seni sonsuza dek ıslatıp yenilemek ellerimde olsaydı bunu yapar mıydım diye sormuştum. Yapardın demiştin. Evet, sonra iki ruhumun arasına çektiğim çamaşır iplerine asıp bırakırdım seni güneşin şefkatli gülüşlerine. Böylece o ıslak farelerden bir farkımız olurdu. Ama senin sanıların bizi topal bir çingeneye dönüştürdü. Bu sağaltıcı, bu arşa çıkarıcı müziğe çok fazla eşlik edemiyoruz ki hep bu yüzdendir ancak kırık ayaklı masalarla postal beyinli iktidarlara karşı çıkabilişimiz. Olsun demek istiyorum senin de olsun demeni istercesine. Elimi hiç bir yerine değdirmeden içine dokunuyorum ve karın boşluğuna bir gelecek bırakıyorum, şimdi ordan bir piç peydahlanmalıdır ve bu arşa çıkan müziğe bütün ruhları ve ayaklarıyla eşlik etmelidir.
Bekle bizi Transilvanya...
Seni sonsuza dek ıslatıp yenilemek ellerimde olsaydı bunu yapar mıydım diye sormuştum. Yapardın demiştin. Evet, sonra iki ruhumun arasına çektiğim çamaşır iplerine asıp bırakırdım seni güneşin şefkatli gülüşlerine. Böylece o ıslak farelerden bir farkımız olurdu. Ama senin sanıların bizi topal bir çingeneye dönüştürdü. Bu sağaltıcı, bu arşa çıkarıcı müziğe çok fazla eşlik edemiyoruz ki hep bu yüzdendir ancak kırık ayaklı masalarla postal beyinli iktidarlara karşı çıkabilişimiz. Olsun demek istiyorum senin de olsun demeni istercesine. Elimi hiç bir yerine değdirmeden içine dokunuyorum ve karın boşluğuna bir gelecek bırakıyorum, şimdi ordan bir piç peydahlanmalıdır ve bu arşa çıkan müziğe bütün ruhları ve ayaklarıyla eşlik etmelidir.
Bekle bizi Transilvanya...
2.12.06
Kadavra
Yaşam, ölümü siyaha boyamayı gerektirdi nedense, ve korkularımız binlerce cennet yarattı, sonra binlercesinin kapısını kilitledik yine kendi ellerimizle. Belki doğar doğmaz vurmalıydık kendimizi, yapmadık. Sonra başımız dönene kadar çevirdik bir silahı tahta bir masanın üzerinde, tek kurşun ölümü kırmızıya boyamaya yeterdi, onu da yapamadık. İşte şimdi, burda, önünüzdeyim. Kesin beni, değiştirin organlarımın yerlerini. Öyle değiştirin ki, tanrı bile koyamasın onları eski yerlerine. Bakın bana bozuyorum ezberini hayatı üfleyenin. Buz kesilmiş ellerimde sapsarı limonlar, damlatıyorum karanlığın kirli kaşığına. İçinizden en masum olanı ilk kibriti çaksın." Şimdi ben, gözlerinizin önünde ölümü beyaza boyuyorum, bembeyaza...
26.11.06
N sadece bir harf değildir.
Ne zamandan beri böylesin dedi? Yanına gittim, ellerini öptüm, sonra ayaklarını. Şaşırdı. Ne kadar düşüncelisin, çünkü, soru soranlar umursayanlardır, dedim. Yüzümü dizlerime dayadığım o günden beri böyleydim, biri gitse yanımdan yüzümü kapatacak bir şeyler arardım hep. Çok sonra dizlerimin bu iş için yaratıldığını fark ettim. Soruları bitmiyordu; neden sende sevdiğim şeylerin sayısı bu kadar artarken ben yine de senden kurtulmak istiyorum, dedi yüzüme bakmazken. Ellerimle kulaklarımı kapatmak istiyordum, ama yapmıyordum, onun sesinde, kelimelerinde kaybetmeye alışıyordum galiba. Sadece gözlerine bakabilseydim, böylece dinler gibi davranabilirdim. Ama olmuyor muydu? Ondan ne saklıyordum ki bu kadar utanıyordum? Kendime sorular soruyordum aynı anda. Meşguliyetim artarsa, içinde olduğum şeylerin dışına atabilirdim varlığımın en azından yüzde elli birlik hissesini. Ama, ne yazık ki onu dinlemediğimi anlamıştı. Beni dizlerimden ayırmak için var gücüyle çekiştirmeye başladı. Saçlarımın büyük bir kısmı onun ellerindeydi artık, ama başım hala dizlerimin arasında ve gözlerimin önünde karanlık içinde açılan kapılarla, gayet mutluydum. Ne zamandan beri böyle iki büklümdüm bilmiyorum. O gideli çok mu olmuştu? Göz kapaklarım birbirine yapışmış gibiydiler. İlk gördüğüm dizlerimin üzerine bıraktığı bir nottu;
Sen kulaklarını ve gözlerini kapadıkça koca bir tıpayla, benim içim suyla doluyordu. Ellerinle tüm boşluklarımı kapatabilirdin oysa, tek bir damla gözyaşı kaçsa buruşmuş çanaklarımdan boğulacaktın belki, bundan korkuyordun hep. Kendini içime hapsetseydin, orada mutlu olurdun biliyorum. Tek bir damlayla boğulacaktın ha? Bu yüzden hiç bakamadın gözlerime biliyorum ve ben bu yüzden hiç ağlayamadım senin yanında sen de bunu biliyorsun.
Kağıdın arkasını çevirdim, tüm sayfayı N harfleriyle doldurmuştu ve en alta da şöyle yazmıştı; N sadece bir harf değildir. Uzun uzun baktım bu sembole ve yazılı olanlara, N bendim. Başını dizlerine dayamış sessiz bir adam, tıpkı bu sessiz harf gibiydim. Ve beni var edebilecek son seslime de kulaklarımı tıkamıştım. Sonra kimse beni duymadı.
Sen kulaklarını ve gözlerini kapadıkça koca bir tıpayla, benim içim suyla doluyordu. Ellerinle tüm boşluklarımı kapatabilirdin oysa, tek bir damla gözyaşı kaçsa buruşmuş çanaklarımdan boğulacaktın belki, bundan korkuyordun hep. Kendini içime hapsetseydin, orada mutlu olurdun biliyorum. Tek bir damlayla boğulacaktın ha? Bu yüzden hiç bakamadın gözlerime biliyorum ve ben bu yüzden hiç ağlayamadım senin yanında sen de bunu biliyorsun.
Kağıdın arkasını çevirdim, tüm sayfayı N harfleriyle doldurmuştu ve en alta da şöyle yazmıştı; N sadece bir harf değildir. Uzun uzun baktım bu sembole ve yazılı olanlara, N bendim. Başını dizlerine dayamış sessiz bir adam, tıpkı bu sessiz harf gibiydim. Ve beni var edebilecek son seslime de kulaklarımı tıkamıştım. Sonra kimse beni duymadı.
23.10.06
kirli mutfak
Banyoda, o bir türlü sevemediğim parlak iç çamaşırlarını buldum bu sabah. Hep sevdin, ardında izler bırakmayı. O meşhur kavgamızı hatırlıyorum. Bizi meşhur etmişti hani. Tüm apartmanın tanıdığı sorunlu insanlardan olmuştuk. Hani o sapkın ruhuna uyup, bileklerinde açtığın derin kesikler... Hani banyonun bembeyaz duvarlarına bulaşan kan lekeleri... Kaç kilo tuz ruhu harcadım temizlemek için. Şimdi de bu göz kamaştıran çamaşırların ruh burkucu parlaklığı. Yaldızlı izler bırakan salyangozları getirdin aklıma sabah sabah.
Bir şeyler değişmeli diye bağıran çırpınan insanları nedense derin derin düşünüyorum bu sabah. Sobada yanan çamaşırının çıkardığı parlak alevlerle içim geçiyor hafiften. Ateşe uzun uzun bakmaktan yorulmuş olan gözlerimi, duvarın soğuk beyazlığında dinlendiriyorum. Çayımı alıyorum, bir dudaklarıma götürüyorum, bir de tam kalbimin üzerine koyuyorum. Böylece tüm hücrelerim sıcak bir tavşan kanının tadına bakabiliyorlar. Surf sen yoksun diye pahalı sigaralar içiyorum bu sabah. Derin nefesler çeke çeke dans ediyorum odanın içinde. Yeni bir çay almak için mutfağa gidiyorum. Bir şeylerin değiştiğini fark ediyorum. Sen yoksun ve mutfak pis. Değişen daha bir çok şey olacağına emin oluyorum. Sigaramı mutfak tezgahında söndürüp, herşeyi biraz daha kirletiyorum.
Tuzlu bir gözyaşı, bir salyangozun tam üzerine düşüyor. Erimek gibi bir şey oluyor.
Bir şeyler değişmeli diye bağıran çırpınan insanları nedense derin derin düşünüyorum bu sabah. Sobada yanan çamaşırının çıkardığı parlak alevlerle içim geçiyor hafiften. Ateşe uzun uzun bakmaktan yorulmuş olan gözlerimi, duvarın soğuk beyazlığında dinlendiriyorum. Çayımı alıyorum, bir dudaklarıma götürüyorum, bir de tam kalbimin üzerine koyuyorum. Böylece tüm hücrelerim sıcak bir tavşan kanının tadına bakabiliyorlar. Surf sen yoksun diye pahalı sigaralar içiyorum bu sabah. Derin nefesler çeke çeke dans ediyorum odanın içinde. Yeni bir çay almak için mutfağa gidiyorum. Bir şeylerin değiştiğini fark ediyorum. Sen yoksun ve mutfak pis. Değişen daha bir çok şey olacağına emin oluyorum. Sigaramı mutfak tezgahında söndürüp, herşeyi biraz daha kirletiyorum.
Tuzlu bir gözyaşı, bir salyangozun tam üzerine düşüyor. Erimek gibi bir şey oluyor.
21.10.06
Ne yalan söyleyeyim
- Senin için ölmeyi bırak, ölümden dönmeyi bile göze alabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca, ben ölümden dönebileceğime pek de inanmıyorum.
Bana, artık yolun sonu burası deseler; daha ileri gitmeye de, kaçmaya da mecalim kalmaz sanırım. Öylece çömelirim orta yere, cekirdeğimi alır, güzel güzel çitlerim. Çekirdek çitlemek, başlı başına bir kaçıştır zaten benim için. Mesela beni özledin mi diye sorsan bana, ben hemen başlarım çitlemeye, sorumluluklarım başımdan aşmışsa hop hemen eller cephaneliklerdeki çekirdeklere... Korkak değilim, kolaya da kaçmıyorum, zaten ne korkaklık, ne de kolaycılık öyle basit işler. Bunlara cesaret dahi edemem. Aslında ben, karmaşıklaştırmayı sevmiyorum hayatı ve onun bileşenlerini. Çarpanlarına ayırmak, belki sıkıcı geliyor, belki de gereksiz. Gülen gülmüş, ağlayan ağlamış, seven sevmiş, giden gitmiştir. Her şey, o an zaten bitmiştir. Hayatın belki on milyonuncu sorusuyla karşı karşıya kaldığım o an yine sana karmaşıklaştırmadan cevap vermek istedim. Senin için bırak ölmeyi, ölümden dönmeyi bile göze alabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca ben ölümden dönebileceğime de pek ihtimal vermiyorum.
Bana, artık yolun sonu burası deseler; daha ileri gitmeye de, kaçmaya da mecalim kalmaz sanırım. Öylece çömelirim orta yere, cekirdeğimi alır, güzel güzel çitlerim. Çekirdek çitlemek, başlı başına bir kaçıştır zaten benim için. Mesela beni özledin mi diye sorsan bana, ben hemen başlarım çitlemeye, sorumluluklarım başımdan aşmışsa hop hemen eller cephaneliklerdeki çekirdeklere... Korkak değilim, kolaya da kaçmıyorum, zaten ne korkaklık, ne de kolaycılık öyle basit işler. Bunlara cesaret dahi edemem. Aslında ben, karmaşıklaştırmayı sevmiyorum hayatı ve onun bileşenlerini. Çarpanlarına ayırmak, belki sıkıcı geliyor, belki de gereksiz. Gülen gülmüş, ağlayan ağlamış, seven sevmiş, giden gitmiştir. Her şey, o an zaten bitmiştir. Hayatın belki on milyonuncu sorusuyla karşı karşıya kaldığım o an yine sana karmaşıklaştırmadan cevap vermek istedim. Senin için bırak ölmeyi, ölümden dönmeyi bile göze alabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca ben ölümden dönebileceğime de pek ihtimal vermiyorum.
19.10.06
bugün bunları düşündüm ( I )
Beni seçen birilerinin olması beni hep şaşırtmıştır. Kendimi o kadar yetersiz o kadar kabiliyetsiz o kadar cibiliyetsiz addediyorum ki bu seçildiğim anlar beni güldürüyor, üzüyor, şaşırtıyor.
Şu sıralar gölgemin varlığı çok gözüme çarpar oldu. Ondan kurtulmak ister gibi oluyorum bazen, şöyle kör bir makasla kökünden keserek. Başarabilsem, eminim çok farklı bir şeyler olacak. Belki ölüm gibi, gerçi cesetlerin de gölgeleri vardır. Sanırım gölgemizin varlığı, sadece saydam olmadığımızın delili. O zaman çok da kurtulmak zorunda olduğum bir şey değilmiş, vazgeçiyorum.
Filmlerde hani karakterlerin düşleri de yer alır. Küçükken şöyle sanırdım dediklerimden biri de bunla ilgili. Ben kamerayı adamın neresinden sokuyorlar da düşlerini filme alıyorlar diye şaşırır dururken büyümüşüm. Şimdi de biri benim düşlerimi filme alsa ne olur diye açıkçası biraz da ürkerek düşünüyorum. Çünkü düşler bazen size ya da etrafınızdakilere çok acımasız roller biçebiliyor.
Okul yeni bitti. Artık öğrenci değilim çiçeği burnunda bir işsizim. Ailem var, yani güvencedeyim. Peki ne kadar güvencesizliğe evet diyebilirim? Ya da buna cesaret edebilir miyim?
İnsan yalnız kaldığında ne kadar da farklı olabiliyor. Her şey mübah gibi düşünüyorsun o anlarda. Toplumun ortalama ahlak veya görgü kurallarının dışına rahatça çıkabilirsin yalnızken. Kendimize saygımız da mı bir eksiklik var yoksa aslımız gibi olursak kimsenin bizi sevmeyeceğine emin miyiz?
Şu sıralar gölgemin varlığı çok gözüme çarpar oldu. Ondan kurtulmak ister gibi oluyorum bazen, şöyle kör bir makasla kökünden keserek. Başarabilsem, eminim çok farklı bir şeyler olacak. Belki ölüm gibi, gerçi cesetlerin de gölgeleri vardır. Sanırım gölgemizin varlığı, sadece saydam olmadığımızın delili. O zaman çok da kurtulmak zorunda olduğum bir şey değilmiş, vazgeçiyorum.
Filmlerde hani karakterlerin düşleri de yer alır. Küçükken şöyle sanırdım dediklerimden biri de bunla ilgili. Ben kamerayı adamın neresinden sokuyorlar da düşlerini filme alıyorlar diye şaşırır dururken büyümüşüm. Şimdi de biri benim düşlerimi filme alsa ne olur diye açıkçası biraz da ürkerek düşünüyorum. Çünkü düşler bazen size ya da etrafınızdakilere çok acımasız roller biçebiliyor.
Okul yeni bitti. Artık öğrenci değilim çiçeği burnunda bir işsizim. Ailem var, yani güvencedeyim. Peki ne kadar güvencesizliğe evet diyebilirim? Ya da buna cesaret edebilir miyim?
İnsan yalnız kaldığında ne kadar da farklı olabiliyor. Her şey mübah gibi düşünüyorsun o anlarda. Toplumun ortalama ahlak veya görgü kurallarının dışına rahatça çıkabilirsin yalnızken. Kendimize saygımız da mı bir eksiklik var yoksa aslımız gibi olursak kimsenin bizi sevmeyeceğine emin miyiz?
11.10.06
açık ve güneşli
Sırtımın sırsıklam halinden memnundum. Ardı arkası kesilmeyen, olsa olsa tanrı işi bir bereketle akan bu ılık suyun, ensemden topuklarıma kadar bir jilet gibi süzülüşünün her anını hissedebiliyordum. Ellerim neredeydi ? Bu keyif verici sihir yüzünden olsa gerek, sadece sırtımdan yukarıda kalan uzuvlarımı hissedebiliyordum. Ellerimi bulabilsem, suyun nereden geldiğini anlayabilecektim. Arkamı dönmeme izin yoktu. Zaten ne oluyorsa arkamda oluyor ve bitiyordu. Gözlerim bu merakımı gideremezdi, onları yuvalarından çıkarmam gerekirdi böyle bir açıyı tanımlayabilmeleri için. Tam karşımda kireçle sıvanmış ve üzerinde bir kaç karalama yapılmış bir duvar vardı, sağ tarafımda beyaz bir gaz tenekesi, solumda ise taştan bir oturak vardı. Her şey beyazdı burada ve yavaşça değişiyordu. Bunun bir işkence olmadığını iddia edemezdi kimse, ama ben hiç de kötü bir durumda hissetmiyordum kendimi. Belki suyun ferahlatıcılığı, belki de odaya hakim olan bu ağır ama hoş kokuydu, rahatlığımın sebebi. O an seni düşünür gibi oldum, ama bir anda seninle ilgili tüm hücrelerim görevlerinden istifa ettiler sanki, sana sarılır gibi oldum, ama ellerim ne yazık yerlerinde değillerdi. Bir ses duydum, kalın bir erkek sesi. Şiir gibi bir dörtlüğü okudu bir kaç defa. Sonra daha ince bir ses okudu bu şiiri bu bir kadın sesiydi, daha sonra sahibinin ikisinden de yaşlı olduğu belli olan bir sesten işittim bu şiiri, en sonunda da küçük bir kız çocuğunun ağzından tekrarlanan dörtlük şöyleydi:
Başını kaldırıp göğe, imrenme kuşlara
Uçabilirsen seninle aynıdır onlar da
Sür kendini ıslak ve ateşli çamura
Ellerin bağlı olsa da yükseleceksin korkma
Biraz sonra sesin şiddeti azaldı. Kimse var mıydı yanımda berimde bilemiyordum. Hoş, bir tabur ordu da olsa buralarda bir yerlerde, bu sararmış duvarın dibinde yapayalnızdım. İçimden bağırmak, yardım istemek geliyordu, ama yapmıyordum. Sanki, bir tarafım bu durumdan gayet hoşnuttu. Başımı yukarı kaldıramıyordum, saatlerdir aşağı eğilmiş bir haldeydim. Bu yüzden tüm boyun kısmım da bir ağrı belirmeye başlamıştı. Sırtımdan akan suyun hızı iyice azalmıştı. Hissetmeye başladığım yerlerimde derin bir sızı beliriyordu. Acılarım ağrılarım gitgide arttı. Gözlerimden önce bir kaç damla yaşın süzüldüğünü farkettim, ağladığımı bir his olarak farkedemiyordum fakat bir yağmur gibi boşalmaya başlamıştı gözümden yaşlar. İçimden o şiiri okuyan adama küfürler düzdüm. Bu hale düşmem de bir rolü olmalıydı. Bir an evlerinde kadife divanlarına kurulmuş tek endişeleri lezzetli yemişlerin kabuklarını soymak olan insanlar hayal ettim, kıskandım onları. Hizmetçilerinin, gümüş kupalarda sunduğu şarapları yudumluyorlar, kucaklarına aldığı çocuklarının yanaklarından makaslar alıyor, yanı başına oturttukları iri kalçalı güğüm göğüslü hanımlarının gıdılarına ıslak ıslak öpücükler konduruyorlardı. Onların yerinde olmak... Yavaş yavaş tüm hücrelerimle bu esarete karşı savaşma isteği uyanıyordu içimde. Bu uyanışın sebebi; sırtımdan dökülen efsunlu suyun azalması mı, odayı boğan esrarlı dumanın etkisinin kaybolması mı, yoksa kendime olan tahammülümün giderek azalması mıydı, bilemiyorum. Ellerimi hissettim önce, sonra bacaklarımı. Ne bir ip vardı ne bir zincir. Hiç bir bağlayıcılığı olmayan bu mekanda saatlerce neden kalmıştım? Arkamı ağır ağır ve ağrılı ağrılı dönebildim. Sanki arafta yıllarca beklemiş bir kayıp ruhtum. Cennete kabul ediliyormuşum gibi büyük bir neşe sardı içimi. Bembeyaz mermerlerle kaplı bir odada olduğumu fark ettim. Kapısı kapalı ve buhar dolu bir odaydı burası. Sağımdaki oturağa baktım, o an derin bir nefes alarak kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kafam iyice yerine gelmeye başlamıştı. Bu bir klozetti, sağ tarafımdaki de bir gaz tenekesi değildi, bir kombiydi. Herşeyi anlamaya başlamıştım. Şimdi dışarıdan annem, babam, dedem ve küçük kardeşimin endişe ve korku dolu sesleri geliyordu. Kapıyı kırmak üzereydiler. Boğazım yırtılmış gibi acıyordu. Zorlukla durun açıyorum diyebildim. Kalktım çevirdim kiliti. Boynuma, ayaklarıma sarıldırlar. İkinci kez aynı şeyi denemiştim. Sanırım yine başaramamıştım. Onları bir daha üzmemeye söz verdim o an. Babam yalvarır gibiydi özür diliyordu benden, sorun neydi hatırlamıyordum o halde affetmiştim. Aklıma o dörtlük geldi. Dedeme beni dışarı çıkar dedim. Balkona çıktık, başımı göğe kaldırdım. Hava açık ve güneşliydi. Bir mucize gibi süzülen bembeyaz martılara baktım uzun uzun. İçime derin bir nefes çektim. Ciğerlerimde yeni yerler keşfediyordum sanki.
Temiz hava, insanı ölmekten bile vazgeçirebilir dedim küçük kardeşime. Yanağından bir makas aldım...
Başını kaldırıp göğe, imrenme kuşlara
Uçabilirsen seninle aynıdır onlar da
Sür kendini ıslak ve ateşli çamura
Ellerin bağlı olsa da yükseleceksin korkma
Biraz sonra sesin şiddeti azaldı. Kimse var mıydı yanımda berimde bilemiyordum. Hoş, bir tabur ordu da olsa buralarda bir yerlerde, bu sararmış duvarın dibinde yapayalnızdım. İçimden bağırmak, yardım istemek geliyordu, ama yapmıyordum. Sanki, bir tarafım bu durumdan gayet hoşnuttu. Başımı yukarı kaldıramıyordum, saatlerdir aşağı eğilmiş bir haldeydim. Bu yüzden tüm boyun kısmım da bir ağrı belirmeye başlamıştı. Sırtımdan akan suyun hızı iyice azalmıştı. Hissetmeye başladığım yerlerimde derin bir sızı beliriyordu. Acılarım ağrılarım gitgide arttı. Gözlerimden önce bir kaç damla yaşın süzüldüğünü farkettim, ağladığımı bir his olarak farkedemiyordum fakat bir yağmur gibi boşalmaya başlamıştı gözümden yaşlar. İçimden o şiiri okuyan adama küfürler düzdüm. Bu hale düşmem de bir rolü olmalıydı. Bir an evlerinde kadife divanlarına kurulmuş tek endişeleri lezzetli yemişlerin kabuklarını soymak olan insanlar hayal ettim, kıskandım onları. Hizmetçilerinin, gümüş kupalarda sunduğu şarapları yudumluyorlar, kucaklarına aldığı çocuklarının yanaklarından makaslar alıyor, yanı başına oturttukları iri kalçalı güğüm göğüslü hanımlarının gıdılarına ıslak ıslak öpücükler konduruyorlardı. Onların yerinde olmak... Yavaş yavaş tüm hücrelerimle bu esarete karşı savaşma isteği uyanıyordu içimde. Bu uyanışın sebebi; sırtımdan dökülen efsunlu suyun azalması mı, odayı boğan esrarlı dumanın etkisinin kaybolması mı, yoksa kendime olan tahammülümün giderek azalması mıydı, bilemiyorum. Ellerimi hissettim önce, sonra bacaklarımı. Ne bir ip vardı ne bir zincir. Hiç bir bağlayıcılığı olmayan bu mekanda saatlerce neden kalmıştım? Arkamı ağır ağır ve ağrılı ağrılı dönebildim. Sanki arafta yıllarca beklemiş bir kayıp ruhtum. Cennete kabul ediliyormuşum gibi büyük bir neşe sardı içimi. Bembeyaz mermerlerle kaplı bir odada olduğumu fark ettim. Kapısı kapalı ve buhar dolu bir odaydı burası. Sağımdaki oturağa baktım, o an derin bir nefes alarak kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kafam iyice yerine gelmeye başlamıştı. Bu bir klozetti, sağ tarafımdaki de bir gaz tenekesi değildi, bir kombiydi. Herşeyi anlamaya başlamıştım. Şimdi dışarıdan annem, babam, dedem ve küçük kardeşimin endişe ve korku dolu sesleri geliyordu. Kapıyı kırmak üzereydiler. Boğazım yırtılmış gibi acıyordu. Zorlukla durun açıyorum diyebildim. Kalktım çevirdim kiliti. Boynuma, ayaklarıma sarıldırlar. İkinci kez aynı şeyi denemiştim. Sanırım yine başaramamıştım. Onları bir daha üzmemeye söz verdim o an. Babam yalvarır gibiydi özür diliyordu benden, sorun neydi hatırlamıyordum o halde affetmiştim. Aklıma o dörtlük geldi. Dedeme beni dışarı çıkar dedim. Balkona çıktık, başımı göğe kaldırdım. Hava açık ve güneşliydi. Bir mucize gibi süzülen bembeyaz martılara baktım uzun uzun. İçime derin bir nefes çektim. Ciğerlerimde yeni yerler keşfediyordum sanki.
Temiz hava, insanı ölmekten bile vazgeçirebilir dedim küçük kardeşime. Yanağından bir makas aldım...
9.10.06
sandık
Dışarıda olmakla evde olmak arasında bir fark var, bu kesin. Dışarı çıktığınız anda yüze vuran o havanın uyandırıcı, kendine getirici bir kimyası olduğu inkar edilemez. Tabi inkar edilemeyecek diğer bir durum da evin kapısından girdiğinizde hissettiğiniz güvende olma duygusudur, bu da yine eşsiz bir iç salgıdır.
Dışarıda olmanın güzel yanı yeniye açık olmasıdır, zaman daha az çizer geçerken sürtündüğü yerleri, daha az sıkılırsın yani. Değişim gözünün önünde gerçekleşir. Seni yoracak kadar çok görüntü akar gider önünden. Yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni hayvanlar.
İçerideyken, ilginç bir şekilde hayatınızın bir parçası olan insanlarla, kapıları kilitli bir kalede yaşamanın, düşündürücü tarafı yormalıdır beyinleri. O zaman, içeride olmak da güzeldir. Her an yenilermiş gibi davranmak anneye babaya, eşe çocuğa. Bu yolda size deli deseler de umursamadan.
Bir de tek başımıza kalmak zorunda olduğumuz mekanlarımız var. Kendimize ait, yani öz evlerimiz var. Perdelerinin ardında yüzlerce ruh hastalığı barındırdığından korktuğumuz, korkutulduğumuz yerler bunlar. Girdiğimiz kısacık anlarda bile gözlerimizi sıkı sıkı kapatarak kesinlikle hiç bir anına, hiç bir lanet olası eşyasına tanık olmak istemediğimiz bir ev burası. Elbette hepimiz, bu soluksuz kaçışın, bu yersiz korkunun yanlış olduğunun farkındayız. Yine hepimiz biliyoruz ki, dışarıdayken başaramadığımız, çözemediğimiz, tamir edemediğimiz o bozukluğun çözümü için gerekli aletler öz evimizdeki alet edavat sandığında kilitliler, veya içimizdeki koridarlarda bulunmayı bekliyorlar. Kendi içimizi iyice kolaçan etmeden dışarıya çıkmışa benziyoruz hepimiz. Bu sabırsızlığımız, bu dışarı sevdamız, muhtemelen kendimize tahammülsüzlüğümüzle ilgili. Ama ben şimdi biraz müsaadenizi istiyorum. İki dakikalığına içerime girmem gerekiyor. Sanırım oralarda bir İngiliz Anahtarı olacaktı.
Dışarıda olmanın güzel yanı yeniye açık olmasıdır, zaman daha az çizer geçerken sürtündüğü yerleri, daha az sıkılırsın yani. Değişim gözünün önünde gerçekleşir. Seni yoracak kadar çok görüntü akar gider önünden. Yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni hayvanlar.
İçerideyken, ilginç bir şekilde hayatınızın bir parçası olan insanlarla, kapıları kilitli bir kalede yaşamanın, düşündürücü tarafı yormalıdır beyinleri. O zaman, içeride olmak da güzeldir. Her an yenilermiş gibi davranmak anneye babaya, eşe çocuğa. Bu yolda size deli deseler de umursamadan.
Bir de tek başımıza kalmak zorunda olduğumuz mekanlarımız var. Kendimize ait, yani öz evlerimiz var. Perdelerinin ardında yüzlerce ruh hastalığı barındırdığından korktuğumuz, korkutulduğumuz yerler bunlar. Girdiğimiz kısacık anlarda bile gözlerimizi sıkı sıkı kapatarak kesinlikle hiç bir anına, hiç bir lanet olası eşyasına tanık olmak istemediğimiz bir ev burası. Elbette hepimiz, bu soluksuz kaçışın, bu yersiz korkunun yanlış olduğunun farkındayız. Yine hepimiz biliyoruz ki, dışarıdayken başaramadığımız, çözemediğimiz, tamir edemediğimiz o bozukluğun çözümü için gerekli aletler öz evimizdeki alet edavat sandığında kilitliler, veya içimizdeki koridarlarda bulunmayı bekliyorlar. Kendi içimizi iyice kolaçan etmeden dışarıya çıkmışa benziyoruz hepimiz. Bu sabırsızlığımız, bu dışarı sevdamız, muhtemelen kendimize tahammülsüzlüğümüzle ilgili. Ama ben şimdi biraz müsaadenizi istiyorum. İki dakikalığına içerime girmem gerekiyor. Sanırım oralarda bir İngiliz Anahtarı olacaktı.
6.10.06
kırmızı siyah
Hepi topu üç telden ibaret olan saçlarımı kafama yapıştırdı şemsiyesiz yakalandığım yağmur. Yakışıklı değildim, şimdi iyiden iyiye kötüleşti görünümüm. Ah yağmur hep sen yapıyorsun bunları. Islak kediler gibiyim oldu mu şimdi ya. Oysa bugün kusursuz olmalıydım; sabahın köründe kalkmış, güzel bir kahvaltı yapmış ardından kendimi banyoya kilitlemiştim. Saçımı üç kez şampuanlamış, hırpani bir şekilde vücudumdaki kirlerle mücadele etmiştim. İki kere üstünden geçmiştim zaten traşlı olan yüzümün, bir teneke str8 i de boca etmiştim keselenmekten kıpkırmızı kesilmiş vücuduma. Burnumun üstündeki siyah noktalardan kurtulmuş, dişlerimi 5 dakika boyunca fırçalamıştım ve sonunda kendimi en iyi hissettiğim ayakkabılarımla güzel bir sonbahar günü sokaklara fırlamıştım. Aslına bakarsanız ben bakkala giderken bile bu yaptıklarımı çok abartmamak şartıyla yaparım, ama bugünki hazırlanışımı diğerlerinden ayıran, onu özel kılan bir ayrıntı var ki, o da o kulaklarımı kırmızı kırmızı yapan, göğüs kafesimde büyük çapta sarsıntılara neden olan o yanardağ patlaması gibi heyecan. İşte bu gibi günleri özel kılan etiket budur; heyecan. Böyle günlerde aslında ne parfümünüzün kokusu, ne spor spikeri götü gibi parlayan sıfatınız, ne ayakkabınızın cilası önemli. O an sizi farklı kılan sadece o heyecan. İnsanın yüzünün kızarabilmesi onu doğadaki diğer canlılardan farklı kılan, ayırt edici bir özelliğidir. Maymunlar da utanırlar ve fakat onların bir yerleri kızarıyor mu diye eğilip hiç bakmadım. Ömrümün yaklaşık 17 yılı domates kıvamında geçtikten sonra şimdi kızarıklığı büyük ölçüde defetmiş bulunmaktayım pür-ü pak cemalimden. Yalnız çok özel anlarda kulak uçlarında görülebiliyor ve toktağan sayılabilecek ölçüde uzun süreli bir kızarma bu. Ama asıl önemlisi, insanların birbirlerinin kırmızılıklarını neye yorumladıklarıdır. Yani utangaç insan neyi barındırır; mesela ezik midir, yoksa gayet normal bir tavır mı sergilemektedir ya da bu mahcubiyet ideal olan mıdır değil midir? Kızarmak, benim açımdan çok olumlu bir nitelik, kızaran insanlara sonsuz ilgi duyarım. Hatta üstlerine mayonez sıkıp yiyesim gelir( karşı cinse hitaben). Nedendir de suna boylum nedendir? Sanırım şundan; kendime yakın hissediyorum mahcup insanları, başkaca bir nedeni de yok. Kızarmayan insanlara da aksi gibi, hep soğuk durasım var. Onların da üzerlerine şöyle bol bol ketçap sıkasım ve ömürlerini kırmızı tonlara gark edesim gelir. Sahi, kırmızı siyahın üzerine ne güzel gider.
İşte sebeb-i bekleyişim, arz-ı endam ediyor. Üzerinde sadece o iki renkle. Bir uzun çile gibi çekmiş libasını o saydam tenin üstüne, belki de bendeki anlamını güçlendirmek için.
Bir an önünde onu beklediğim dükkanın vitrininden kendime bakıyorum, saçlarım simsiyah yüzüm kıpkırmızı.
İşte sebeb-i bekleyişim, arz-ı endam ediyor. Üzerinde sadece o iki renkle. Bir uzun çile gibi çekmiş libasını o saydam tenin üstüne, belki de bendeki anlamını güçlendirmek için.
Bir an önünde onu beklediğim dükkanın vitrininden kendime bakıyorum, saçlarım simsiyah yüzüm kıpkırmızı.
4.10.06
zaaflar ve sömürgenlik
Karşımdaki kişinin zaaflarını gördüğüm anda, iki seçenek belirir kafamda; görmezlikten gelmek ya da karşı tarafın bunu görmesini sağlamak ki düzelebilsin. Tabiyatıyla benim karşımdakilerden beklediğim bana zaafımı göstermeleridir. Aslında üçüncü bir seçenek daha var ki bu da insanlığa dahil ve zaman zaman farkında olarak ya da olmaksızın herkesin tercih edebildiği bir seçenek. Zaafları görmek ve sömürmek. Hani şu emperyalist dediklerimizin yaptıkları şey. Bir ülkenin bir alanda açığını gördüğünde, bir kemirgen gibi o açığı ısırmaya delmeye; o yarayı genişletmeye çalışır emperyalistler. Ve başarılı emperyalistlerin eserleridir bugün dünyayı birinci, ikinci, üçüncü diye bölerek konuşmamız. Yine bu oyunun sonucudur kimi ülkeleri "hiç" saymamız. Zalimce bir ruh halidir; sömürmek, sömürgen olmak.
İnsanın kendi zaaflarını sömürdüğü kendi kendini sömürdüğü durumlar da var. Hani bir yaranızın kabuk bağlamış olmasına aldırmadığınız ve onu tekrar kanattığınız anlardan bahsediyorum. Sizi çok mesut edecek bir sonuç elde edeceğinize emin olduğunuz anlarda bile zaaflarınız yüzünden o yoldan kendi kendinizi caydırıyorsunuz. Bir sevgiliniz var ve beraber çok güzel günler göreceğinize eminsiniz, ama aslında esmer olan bu sevgiliniz sizin tipiniz değil de mesela kumrallara zaafınız var, bir bakıyorsunuz o beraber mutlu olacağnıza emin olduğunuz kişiden vazgeçievermişsiniz. İşte bu, içimizde yaşayan diğerlerinin, asıl bizi sömürdüğü andır. Bu anlarda, içerimizde sömürülmekte olan, erdem sahibi ama güçsüz kalmış yanımızdır. Kötü dediğimiz şey, dünya üzerinde kendi kendimizi ve akabinde de diğerlerini sömürdükçe artacaktır. Kendi kendini sömüren insanlar bir bakıma iç küreselleşmelerini tamamlamaya çalışmaktadırlar ve birer erdem törpüsüdürler. Kıyamet denen büyük yok oluş da bu insanların kemirerek büyüttükleri sonsuz hacimli delikten çıkıp gelecek ve sonunda tüm insanlığı yutacaktır.
İnsanın kendi zaaflarını sömürdüğü kendi kendini sömürdüğü durumlar da var. Hani bir yaranızın kabuk bağlamış olmasına aldırmadığınız ve onu tekrar kanattığınız anlardan bahsediyorum. Sizi çok mesut edecek bir sonuç elde edeceğinize emin olduğunuz anlarda bile zaaflarınız yüzünden o yoldan kendi kendinizi caydırıyorsunuz. Bir sevgiliniz var ve beraber çok güzel günler göreceğinize eminsiniz, ama aslında esmer olan bu sevgiliniz sizin tipiniz değil de mesela kumrallara zaafınız var, bir bakıyorsunuz o beraber mutlu olacağnıza emin olduğunuz kişiden vazgeçievermişsiniz. İşte bu, içimizde yaşayan diğerlerinin, asıl bizi sömürdüğü andır. Bu anlarda, içerimizde sömürülmekte olan, erdem sahibi ama güçsüz kalmış yanımızdır. Kötü dediğimiz şey, dünya üzerinde kendi kendimizi ve akabinde de diğerlerini sömürdükçe artacaktır. Kendi kendini sömüren insanlar bir bakıma iç küreselleşmelerini tamamlamaya çalışmaktadırlar ve birer erdem törpüsüdürler. Kıyamet denen büyük yok oluş da bu insanların kemirerek büyüttükleri sonsuz hacimli delikten çıkıp gelecek ve sonunda tüm insanlığı yutacaktır.
28.9.06
kiralık balkon var mı?
Evleri severim aslında, sevmediğimden değil de, bana fazla. Doldurulacak gibi değil evler. Salonu ayrı dert, yatak odası, mutfağı ayrı dert, hatta klozete konan askılı kokusuna kadar düşünmek zorundasın, içini doldurmak zorundasın. Hani şu fight club mantığıyla iyice bir moda olan, eşyanın önemi yok ayağındaki evlerden de hiç haz etmiyorum ne yalan söyleyeyim. Evim olursa illa doldurmam lazım. Hatta adım atacak yer bile kalmaz, o kadar eşya. Diğer yandan ev sahibi olmak, direk olarak evli olmayı da çağrıştırıyor. Bir izdivaç, ve o izdivaça konu olan bir zevce de işin içinde yani. Eşyalardan yer kalsa onlar ayak altında, kucakta v.s. Peki balkon öyle midir ya. Gözünü seveyim balkonun, hatta umut gibi düşünürsek herkesin balkona bir kere vermesi lazım bence. Balkon ne içeri ne de dışarı ait, ama aynı zamanda hem içeri hem de dışarı ait. Araf gibi yine bu da. Ne çok araf var. Ev değil balkon istiyorum ben. Emlakçılara gidip sorsam döverler mi beni? Size sorsam kızmazsınız biliyorum. Kiralık balkonunuz var mı?
26.9.06
vesikalı neticem
Gözlerimizin vücudumuzda yerleştirildiği yerlere bir diyeceğim yok, haddimi aşmış olurum zaten. iyiki de yüzümüzün iki yanındalar ve tam da karşıya bakıyorlar ikisi de. Mesela bir horozunkiler gibi değil yerleri, ya da atınkiler eşeğinkiler gibi de değil. Eminim, şükrediyoruz bu duruma hepimiz, hiç düşünmeyenleriniz varsa şimdi düşünebilirler. ( sahi kimse okuyor mu bu yazdıklarımı, neyse ) Ha belki arkamızı görebileceğimiz, bir üçüncü gözümüz olabilirdi, abartmak serbest değil mi? Kaba etlerimizin yer aldığı kısım da gayet iyi olmuş mesela, otururken doğal bir minder görevi görüyorlar, binlerce teşekkür ki. Düşündüm, düşündüm ne olmamış acaba, hiç mi kusur yok yahu bu yerleştirilme planında diye, ve sanırım bir sonuca varamadım. O zaman bunu niye yazıyorsun, yeni bir şey söylemiyorsun, diyebilir birileri. Evet yeni bir şey yok, ama ben bunları düşüne düşüne bir yere vardım ki, birazdan yine saçmalamama neden olabilir bu geldiğim nokta. (Kabul ediyorum) Olay vesikalık fotoğraflarla ilgili, başlıkdan da anlayabilirsiniz.(!) Gidip fotoğrafçı da vesikalık çektirmek hepimizin yaptığı bir şey olduğu için, kimse yabancı kalmayacak konuya. Fotoğrafçıya gitme öncesinde yaptığımız hazırlıklar da birbirine benzeşiyordur sanırım. Erkekler saçlarını tarar, kızlarımız makyaj yapar, vesikalığın kullanım alanına göre elbiseler seçilir. Vee, o an gelir çatar. O yuvarlak tabureye oturulur, fotoğrafçı, deklanşöre basar, flaşlar ışıklar sonrasında, o ay yüzümüzün fotoları kullanıma hazırdır. Kimliklerimizde, ehliyetimizde, diplomamızda felan hep o ay gibi yüzümüz yer alır. Peki ama neden yüz belirleyicidir ve olaya konu olmaktadır. Yüze bu kutsallığı, bu ehemmiyeti sağlatan nedir? Acaba biz dediğimiz, ben dediğimiz, o yüz müdür sadece?
Sanırım bir noktaya kadar yüz çok önemli, o nokta da cinsellik. Malum, anatomik olarak cinselliğin yüzle bir alakası yok. Ama, bakınız insanlar yüze o denli tapmışlar ki, onu cinselliğe giden bir anahtar olarak kullanmaya adeta fetişist tavırlar içinde olmaya başlamışlar. Eski insanların dudakları, ağzı bir sevişme aracı olarak kullandıklarına inanmıyorum ben, inananınız var mı? Son dönemde kulaklar bile işin içine girmeye başladı. (Kulağımdan Öp Beni) Bir gün başka diyarlardan başka gezegenlerden dostlarımızla tanışsak, onların kimliklerinde de yüzlerinin resimlerini görmek isteriz değil mi? O an bize ay gibi parlak kıçlarının vesikalık fotoğraflarını gösterdiklerinde, ya da bir kıç resmini işaret ederek hey dostum bu lavuğu tanıyor musun diye sorduklarında çok şaşırmayalım derim ben, mesela ben şaşırmayacağım (izci sözü)
Sanırım bir noktaya kadar yüz çok önemli, o nokta da cinsellik. Malum, anatomik olarak cinselliğin yüzle bir alakası yok. Ama, bakınız insanlar yüze o denli tapmışlar ki, onu cinselliğe giden bir anahtar olarak kullanmaya adeta fetişist tavırlar içinde olmaya başlamışlar. Eski insanların dudakları, ağzı bir sevişme aracı olarak kullandıklarına inanmıyorum ben, inananınız var mı? Son dönemde kulaklar bile işin içine girmeye başladı. (Kulağımdan Öp Beni) Bir gün başka diyarlardan başka gezegenlerden dostlarımızla tanışsak, onların kimliklerinde de yüzlerinin resimlerini görmek isteriz değil mi? O an bize ay gibi parlak kıçlarının vesikalık fotoğraflarını gösterdiklerinde, ya da bir kıç resmini işaret ederek hey dostum bu lavuğu tanıyor musun diye sorduklarında çok şaşırmayalım derim ben, mesela ben şaşırmayacağım (izci sözü)
23.9.06
kahvaltı ve cemal süreya
Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı,
Şiir; birincil olarak ilgi alanıma girmemekle beraber, kısa metrajlı film gibi ilginç bir şeydir, kısa ve dokunan, yalın ve işleyen. Şiiri sever miyim sevmez miyim bir karar verebilmiş değilim, ama Cemal Süreya nın mutlulukla bir ilgisi var. İyi bir şair, en sıradan anlarımızı güzellikle imgeleyendir. Şair şiiriyle, o sıradan anlarımızı unutulmaz kılmak için, parmaklarımıza adeta ipler bağlar, kıçımıza çimdikler atar. Her şair kendi şiir tanımını yapıyor desem pek yanlış olmaz sanırım. Cemal Süreya'nın şiir tanımı da, içerisinde bolca endorfin barındırıyor olsa gerek. Onu okudukça toprak kokulu otların, kuzu gibi ciğerlere derin derin soluklanması gibi bir şey oluyor insana.
Kim istemez mutlu olmayı
Ama mutsuzluğa da var mısın?
Hüzün mutlulukla fazlaca ilintilidir, zıttı olması itibariyle mi diye sormayın, düşünün! Cemal Süreya'nın şiirleri, hüznü tanımlarken işte bu ilintililikten yararlanıyor sanırım. Onun şu dizeleri Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişine bayrak bayrak asılmalıdır diye düşünüyorum, böylece o korkutucu tabirden (her canlı ölümü tadacaktır) de kurtulmuş olurduk.
Olum geliyor aklima birden olum
Bir agacin golgesine sariliyorum.
bu daha mı korkutucu! değil! çünkü hiç değilse bizim ağzımızdan bir laf bu. ya da fransız şair tristan cabral'in şu şiirini mi assak mezarlık girişlerine;
ve ölürsem bir gün
öleyim isterim
tutulur gibi bir sevdaya
Her neyse her kimse! Şairler beni mutlandırıyor, elimden gelse her sabah kahvaltısında bir şiir kitabı okur bitiririm, çünkü çifte mutluluk anları dünyada az rastlanır şeyler.
Size önerim şu; hayatın her anını güzel yapacak, bize onun değerli yanını hatırlatacak ipler bağlayın parmaklarınıza şiirler yardımıyla, yağmur yağınca küfretmeyin yere göğe de şu şiiri küpe edin kulaklarınıza mesela.
Yağmurun Yağması İyidir
Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden
O diye biri vardı galiba
Ağzı da iyice vardı galiba
Gece çiçeklerinden bir orman
Pejmürde atlar pahasına
Bira içerken saçları uzun
Parmakları korkunç ve kalabalık
Bir gece Aksaray'da hiç unutmam
Yüzümü ellemisti galiba
Denize doğru gittikçe artan
Bir yüz benim yüzümdü olsa olsa
Yakasında kocaman bir düğme
Sevinci bitiştirince acıya
Ayıran kuşkuyu inançtan
Yağmurun yağması iyidir
Bir çerkez mızıkası gibi rengarenk
İki adet kuş çantasında
cemal süreya
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı,
Şiir; birincil olarak ilgi alanıma girmemekle beraber, kısa metrajlı film gibi ilginç bir şeydir, kısa ve dokunan, yalın ve işleyen. Şiiri sever miyim sevmez miyim bir karar verebilmiş değilim, ama Cemal Süreya nın mutlulukla bir ilgisi var. İyi bir şair, en sıradan anlarımızı güzellikle imgeleyendir. Şair şiiriyle, o sıradan anlarımızı unutulmaz kılmak için, parmaklarımıza adeta ipler bağlar, kıçımıza çimdikler atar. Her şair kendi şiir tanımını yapıyor desem pek yanlış olmaz sanırım. Cemal Süreya'nın şiir tanımı da, içerisinde bolca endorfin barındırıyor olsa gerek. Onu okudukça toprak kokulu otların, kuzu gibi ciğerlere derin derin soluklanması gibi bir şey oluyor insana.
Kim istemez mutlu olmayı
Ama mutsuzluğa da var mısın?
Hüzün mutlulukla fazlaca ilintilidir, zıttı olması itibariyle mi diye sormayın, düşünün! Cemal Süreya'nın şiirleri, hüznü tanımlarken işte bu ilintililikten yararlanıyor sanırım. Onun şu dizeleri Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişine bayrak bayrak asılmalıdır diye düşünüyorum, böylece o korkutucu tabirden (her canlı ölümü tadacaktır) de kurtulmuş olurduk.
Olum geliyor aklima birden olum
Bir agacin golgesine sariliyorum.
bu daha mı korkutucu! değil! çünkü hiç değilse bizim ağzımızdan bir laf bu. ya da fransız şair tristan cabral'in şu şiirini mi assak mezarlık girişlerine;
ve ölürsem bir gün
öleyim isterim
tutulur gibi bir sevdaya
Her neyse her kimse! Şairler beni mutlandırıyor, elimden gelse her sabah kahvaltısında bir şiir kitabı okur bitiririm, çünkü çifte mutluluk anları dünyada az rastlanır şeyler.
Size önerim şu; hayatın her anını güzel yapacak, bize onun değerli yanını hatırlatacak ipler bağlayın parmaklarınıza şiirler yardımıyla, yağmur yağınca küfretmeyin yere göğe de şu şiiri küpe edin kulaklarınıza mesela.
Yağmurun Yağması İyidir
Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden
O diye biri vardı galiba
Ağzı da iyice vardı galiba
Gece çiçeklerinden bir orman
Pejmürde atlar pahasına
Bira içerken saçları uzun
Parmakları korkunç ve kalabalık
Bir gece Aksaray'da hiç unutmam
Yüzümü ellemisti galiba
Denize doğru gittikçe artan
Bir yüz benim yüzümdü olsa olsa
Yakasında kocaman bir düğme
Sevinci bitiştirince acıya
Ayıran kuşkuyu inançtan
Yağmurun yağması iyidir
Bir çerkez mızıkası gibi rengarenk
İki adet kuş çantasında
cemal süreya
18.9.06
iyi şeylerin peşindeyim
24 yaşındayım tam olarak. hani pek çoğumuzun, kısa pantolunlu zamanlarında, "büyümüş oluruz artık"diye kabul ettiği yaşları, baya bir geçtim, ki sanırım erkeklerin büyüdük kabul ettiği yaş 18 dir, çünkü ona anlatılan hikayelerde geneleve girebilme yaşı büyüme yaşıdır. Kadınların bu konuda nasıl bir belirteç kullandıklarını bilemeyeceğim. Laf kalabalığına gerek yok yaş 24. Cumhuriyetin kaçıncı nesli oluyoruz bizler, sanırım 80 sonrası olarak dördüncü nesil felan oluyoruz. Birinci ikinci ve üçüncü nesil hiç homojen bir yapıda değildi, bunun nedenleri de malum; iletişimsizlik, köy kent hayatının kopukluğu ve tabi o zamanlar ülkemizin pek de küresel ( global ) bir yer olmaması gibi nedenler ilk aklıma gelenler. Dönüp bize bakıyorum, biz dördüncü nesil garip şeyler yaşıyoruz ve eski nesillere göre daha homojen birbirine benzeyen bireyleriz. Yediklerimiz, giydiklerimiz, dinlediklerimiz büyük bir benzerlik teşkil ediyor. Bu bir avantaj mı değil mi, bu başka bir yazının konusu olabilir. Ama asıl olan şu ki, bir değişimin tam da sancılı zamanlarında dünyaya gelip değişimin öncesini ve sonrasını, toprağa düşüp filizlenirken yaşadık, yaşıyoruz. Tabi bu yaşadıklarımız bizi şekillendiren dış etmenler olarak hiç de küçümsenemeyecek öneme sahipler ama şimdi 80 dönemi çocukluğu geyiklerine girmeyeceğim. benim aslında demeye çalıştığım şu; ben büyüyemiyorum arkadaşlar :) Ama kendimi küçük de hissedemiyorum, zira saçlarım dökülüyor, yüzümde kırışıklıklar artıyor. Yaşlanıyorum, ama büyüyemiyorum demek doğru olacak. Bu durumun, dördüncü nesil üyesi olmamdan kaynaklı olduğuna eminim. Yaş 24 dedik ya, bizden önceki neslin büyük bir kısmı ve bizden iki nesil öncesinin neredeyse hepsi, bu yaşlarda çoktan evlenmiş, çocuklanmış, ve artık orta yaş insanının medeni ve ruhsal durumu içerisinde debelenirken, biz hiç de öyle değil miyiz ne? İnsanoğlunun ruhsal hastalıkları değişimleri hazmedememesinden kaynaklı çoğunlukla. Atalarımıza bakın, bir de bize. İşte açık açık değişiyoruz. Dahası hızlı hızlı. Hani ışık hızına ulaşınca zaman yolculuğu mümkün olacak kurguları vardır, aslında biz çoktan o hıza ulaştık ve geçmiş yaşantımızdan koparak birdenbire yüzlerce yıl geleceğe seyahat ettik, hani hazmedemeden sıçtık desem tam olacak. ( teşbihte hata olmaz ) Tamam belki bize vaadedilen uzay ortamlarında değiliz, ama bir nesil öncesinin hayal edemediği şeyleri, bizler nasıl olabilirliğini bile sorgulamadan hayatımıza alıyoruz. Çok uzağa gitmeden, 10 yıl öncesi ile bugün arasında bile var olan bu büyük uçurumun bedelini ruhsal sorunlarla ödemeye devam edeceğimiz aşikar. Tam olarak ruh halimi tarif edebilecek bir şeyler ararken yazasım geldi bunları. Arada kalmak belki iyi bir açıklayıcı olabilir, hatta arafta kalmak da denebilir. İşin kötü yanı ise, ne öncesi ne sonrası ne de bu arada kaldığım yer beni memnun etmiyor, ama yine devam etme isteğini körükleyen iyi şeyler var.
15.9.06
susanne'a mektuplar ( I )
kaldırım taşlarının birleşme noktalarının ayırt edilebilir olması gerekir. en azından benim kapımın önündekilerin. onların ayrı ayrı taşlar olduklarını bilmeli herkes. burayı kaplamak amacıyla birleştirildiklerinin, yoksa evvelinde hepsinin kendilerine ait girinitileri çıkıntıları, renkleri, ağırlıkları olduğunun farkında olmalı tüm insanlar. en azından benim çömelip çekirdek çitlediğim, şu kapım önünde böyle olmalı kaldırım taşları. diyeceğim, bugün kalemim sana yazmaktan başka bir işe daha yaradı . mont blance'ımın ucuyla bu altıgen taşların etraflarını kazıdım tüm gün. bir karınca yuvası harfiyatı kadar kum, bir çok sigara izmariti, kibrit çöpleri yine bir çok, çekirdek kabukları çoğunu benim yediğim, bir kaç böcek mezarı ve tanımlanamaz halde garip gurup nesnelerle birlikte, bir altın sikkeydi bu ülke sınırlarından çıkanlar. keçi kılı keseme ganimetimi doldurup doğrulduğumda, elimdeki kaleme baktım, acaba yazabilecek miydi bu akşam, yoksa işe yaramaz kalemler mezarlığındaki yerini mi alacaktı o da, acaba yeni kalemler aynı tadı verecek miydi yazarken. sen, bu mektubu okurken, bir kaç sigara izmariti, bir kaç böcek ölüsü, bir kapı önü çömeleği, ve bir çekirdek çitleyicisine rastlayacaksın. çünkü sana humus kokulu o kalemle yazıyorum. parmak uçlarım ağrıyor acıma dokunmaktan. kalemim ne güzel kokuyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)