22.12.08

en yakın sevgilim

Sana mı, hayal kırıklığına mı tutkun bilmiyor, az kaldı tek bildiği bu. Tükeniyor umrunsa, uyuyor gibi ve sıkışıyor kalbi. Bir daha olmayacağı günü gorüyor. Sen ordasındır, tek ait olanla sana, korkunla. Kafa toprağa deger, eller iki yanda, ne zaman orada olacaktın. Tren geri de gelebilir, ama sen korkmaya devam mı edeceksin?









****dennıswarhol****

9.12.08

Bir Yazı

Öyle bir yer ki; kötü olanı sürekli yapar hale gelerek onu kabullenmiş, kendinden sayabilmiş.
Belki de; "zaten bir gün batıp gideceğiz ne uğraşıyoruz ki" diyerek vurdumduymaz tavırlarla devam ettiğini sanıyor bu hükümranlığın. Oysa ne bir başka Mesihin çıkıp kurtaracağı, ne de öyle kolay tasfiye olacak bir ülkedir Türkiye.

Sorun çıkaracağına inanılan mevzuları gündem olarak kabul etmeyen, gündemine alanları hemen terör yandaşı ilan edebilen bir medya ve hükümet sisteminden teşekkül bu topraklarda,ülkeyi aydınlığa götürüp götürmeyeceği bir yana, tartışmaya açılsa bile belki iyi sonuçlar doğurabilecek öneriler büyük bir korkuyla engelleniyor, fikir ve öneri sahiplerini aforoz etmekten ise kaçınılmıyor.

Toplum yaşamını iyi duruma sevk için, demokratikleşme için çıkarılan hiç bir yasanın uygulanmadığı ve fakat kötüye kullanılabilecek yasaların hemen hem de tam hakkıyla kullanıldığı bir toplum, bir coğrafya. 2007 yılında POLİS VAZİFE VE SALAHİYET KANUNU'nda yapılan değişikliklerle polisin silahını bu insanların kafasında göğsünde özgürce kullanabilmesine olanak tanındı. Yine aynı hükümet eylem ve yürüyüş özgürlüğünü genişleten kararları Avrupa Birliği'ne uyum çerçevesinde 2004 yılında almıştı.
Yani bir yandan dışarıya hoş görünmek için bir kaç kelime oyunu yapılarak kanun yapan dalkavuklar, ama diğer yandan kendi halkından ölesiye korktuğu ve olur ya bu özgürlükler bize engel olur diye kendi canavarlarını silahlandırmak ve kurşunlarını özgürce savurabilmelerine olanak veren ağzı kanlı kodamanlar.

Sonuç: Uğur Kaymaz (13), Engin Ceber, Çağdaş Gemik gibi adı bilinen ve adları bilinmeyen onlarca insanın polisin rahatça silah kullanabilmesi, işkencelerine rahatça devam edebilmesi sonucu can vermesi.. Daha garibiyse bunu toplumun diğer bireylerinin geviş getirerek izliyor olması.

Kendiyle sürekli kavga eden, her allahın günü birbirini kazıklamaya, birilerine tecavüz etmeye çalışan, sonra da biz neden bu kadar yalnızız diyebilen aydınların ülkesi. Halkı haksız yere öldürülürken sesini çıkarmayıp, Avrupa Birliği gibi yabancı topluluklara laf atarak prim yapan sahte vatanseverlerin ülkesi.
Bu şizofren topluluk, farklı olanı recmederek daha ne kadar yaşayabileceğini sanıyor. Vatanın bütünlüğü uydurmasının içi boşalmış bir toprakla ne işe yarayacağı düşünülüyor, zorunlu bağlılıkla bir halkın nasıl verimli bireyler olabileceğine inanılıyor. O halkı Gönüllü bağlama yoluna gitmeye çalışanları vatan haini ilan etmenin neresini milliyetçilik sanıyor.

Bugün Yunanistan'daki gençlerin sokaklardaki isyanı, bu coğrafyanın karşı kıyısında yanan bu alev bu topraklara da ışık vermelidir.






*** Dennis Warhol ***

4.12.08

Islak Serin Sonsuz

Kurumuş bir elma gibi duruyordu, ortadan ikiye ayrılmış; bir yarısı yenmiş, diğer yarısı kararmış… Yatağının deri ve yaldızlı kumaştan başı; elindeki bardağın kristal zengin işi görünümü ve düşecek kadar bol olmasına rağmen parmağından çıkarmadığı o şaşalı “padişah” yüzüğüyle içinde bulunduğu kötü durumu reddediyor gibiydi.
Gençliğinde “sonuna kadar arkasındayım” dediğin o kötü alışkanlıkların cefasını böyle çekiyordun işte. Bir elin göğsüne diğeri öksürmekten şekli değişmiş ağzına değiyordu… İçeri girdiğimi gördüğünde elini bana uzatamadın. Rengi mora çalan dilinle dudaklarını ıslattın. Benimle konuşmak için yüzüme baktın.

- Seni kıskandığımı düşünme, bu hastalık benim ilacım oldu. Seni kıskanmıyorum; çünkü sen hasta değilsin…
- Konuşmaya devam ediyordu, tahammül edilemez kelimeleri ard arda sıraladı; benden bir şeylerin öcünü almak istiyordu o da benim gibiydi. Bu beni rahatlattı
- Akla yatkın olmasını beklemiyorum söylediklerinin; ama bu denli saçmalamana da şaşırdım doğrusu, dedim. Alttan almıyor, onunla alay ediyordum.

Güldü, eski, güçlü yüz kaslarını göremiyordum, dudaklarının kaybolmuş çizgilerinde o zamanlardan bir görüntü aradım. Kalbini tutarak ve öksürerek biraz daha doğruldu.

- Sen beni hasta olarak görme güçlü kadın, yeni biriyle tanışmışsın gibi düşün, dedi
- Peki dedim. Güçlü bir kadın mıydım? Hala iyi düşünüyordun, beni şaşırtmaya devam etmeni istedim.
- Buraya ne için geldin onu anlat şimdi dedin.
- Geldim; çünkü yıllar öncesinden kalan bir sözün var. Telefonda da söylemiştim bunu sana.
- Anlaşmamıza sadık kalmalısın: Yeni biriyim ben; hadi tekrar anlat, dedi
Anlattım:
- Seninle gidecektik yıllar önce dedim. Sustum birkaç saniye.
Yüzüme baktı devam etmemi istedi
- Gidecektik işte gelmedin; ne anlatmamı istiyorsun? Gelmek istediğini söyledin ama hep bahanelerin vardı. Sonra ben evlendim, sense kayboldun ortalardan. Ne yaptın ne ettin önemli değildi, benim evliliğim de önemli olmamalıydı senin için. Çünkü biz seninle böyle şeyler yaşamıştık. Başkalarını defalarca samimiyetsizce denemiş ve her seferinde tekrar birbirimize dönmüştük.
Yıllar geçti, onlarca dudak yüzlerce öpüş geçti; ama ben hala, otobüse trene uçağa -her neyse ona- binerken seninle biniyordum. Yanımı senin için boş bırakıyor, kafamı uyumak için senin omzuna yaslıyordum.

- On dört sene geçmiş biliyor musun?”, diyerek saçmalamalarımın ortasına daldın. Öksürdün mendilini açıp içine yaldızlı bir tükürük bıraktın. Benimle ne yapacaksın, hastayım ben ölmek üzereyim belki de öldüm, sana o kadar uzağım ki yaşayan halimi görüyorsun hala. Evet, evet kesinlikle öldüm ben.
- Hayır, dedim bu kez bahane kabul etmiyorum. Kalk gidiyoruz.
Gözleri bir anda yaşla doldu;
- Delirmiş olmalısın ben üç aydır bu yataktan dışarı adımımı atmadım
- Şimdi atacaksın o zaman
Kibarca uzattığım elimi, tüm gücüyle itti. Ona karşı büyük bir sevgi ve nefreti hep bir arada hissetmiştim, işte yine öyle oluyordu. Bir yandan bu kapıdan beraberce çıkıp gitmeyi delicesine istiyor, diğer yandan beynimi yıllardır kemiren özlemi için ona tüm bildiğim küfürleri saymak istiyordum. Elimi inatla tekrar uzattım, tekrar itti beni. Yüz kez uzatabilirdim elimi ona, o ise yüz kez itebilirdi. Belki tam ben vazgeçip arkamı dönerken o bu kez elini bana uzatacaktı. Biz böyleydik, hep böyleydik.

Kapıyı çarpıp çıktım, sanki giden onun yaşadığı evmiş de duran benmişim gibi hissettim bir an. Gitme diye yine ben mi ısrar etmeliydim? Bu kaçıncı sondu? Sonsuzluk bu muydu? Önüme bakarak yürümeye devam ettim. Etrafta ne oluyor bitiyor bilmiyordum. Tüm gölgeler üzerime düşüyor gibiydi. Sanki her şeyin içinden geçiyordum, adeta küçük savunmazsız bir hayalettim.
Yürüdüm, yürüdüm, seni; ölümünü düşündüm; kimsen yoktu biliyordum. Kimse kaldırmayacaktı o halde cesedini o yataktan. Benden başka… Kararımı verdim ve endişelerim birden yerini bir büyük sevince bıraktı. Ben o günden sonra her an seni izliyor olacaktım. Öldüğün gün benimle gelmen için yatağının tam ucunda olacaktım.

Sıcak bir gündü. Kendimi seninle gölgen arasında bir yerde hayal ettim. Serinledim ve her şeye kaldığım yerden devam ettim.





****Dennis Warhol****

3.12.08

durgun

anlamlar,
griye dogru solmaya elveri$li,
guzellik maskesi altinda merhametsizligi oynuyorlar.
bu dol yataginda acikca goruluyor her$ey
curuguz, durgunuz, safiz
kaybetmek icin variz

at bir zar ciz yolunu
kadife eldivenin ellerinde
okunan bir kitap gibi acigiz a$kin kadife ellerinde
bu fosil yataginda acikca goruluyor her$ey
sen de ben de gorunuyoruz

curuguz, saf ve durgun
sen de kaybetmek icin dogdun








*