23.10.06

kirli mutfak

Banyoda, o bir türlü sevemediğim parlak iç çamaşırlarını buldum bu sabah. Hep sevdin, ardında izler bırakmayı. O meşhur kavgamızı hatırlıyorum. Bizi meşhur etmişti hani. Tüm apartmanın tanıdığı sorunlu insanlardan olmuştuk. Hani o sapkın ruhuna uyup, bileklerinde açtığın derin kesikler... Hani banyonun bembeyaz duvarlarına bulaşan kan lekeleri... Kaç kilo tuz ruhu harcadım temizlemek için. Şimdi de bu göz kamaştıran çamaşırların ruh burkucu parlaklığı. Yaldızlı izler bırakan salyangozları getirdin aklıma sabah sabah.
Bir şeyler değişmeli diye bağıran çırpınan insanları nedense derin derin düşünüyorum bu sabah. Sobada yanan çamaşırının çıkardığı parlak alevlerle içim geçiyor hafiften. Ateşe uzun uzun bakmaktan yorulmuş olan gözlerimi, duvarın soğuk beyazlığında dinlendiriyorum. Çayımı alıyorum, bir dudaklarıma götürüyorum, bir de tam kalbimin üzerine koyuyorum. Böylece tüm hücrelerim sıcak bir tavşan kanının tadına bakabiliyorlar. Surf sen yoksun diye pahalı sigaralar içiyorum bu sabah. Derin nefesler çeke çeke dans ediyorum odanın içinde. Yeni bir çay almak için mutfağa gidiyorum. Bir şeylerin değiştiğini fark ediyorum. Sen yoksun ve mutfak pis. Değişen daha bir çok şey olacağına emin oluyorum. Sigaramı mutfak tezgahında söndürüp, herşeyi biraz daha kirletiyorum.
Tuzlu bir gözyaşı, bir salyangozun tam üzerine düşüyor. Erimek gibi bir şey oluyor.

21.10.06

Ne yalan söyleyeyim

- Senin için ölmeyi bırak, ölümden dönmeyi bile göze alabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca, ben ölümden dönebileceğime pek de inanmıyorum.
Bana, artık yolun sonu burası deseler; daha ileri gitmeye de, kaçmaya da mecalim kalmaz sanırım. Öylece çömelirim orta yere, cekirdeğimi alır, güzel güzel çitlerim. Çekirdek çitlemek, başlı başına bir kaçıştır zaten benim için. Mesela beni özledin mi diye sorsan bana, ben hemen başlarım çitlemeye, sorumluluklarım başımdan aşmışsa hop hemen eller cephaneliklerdeki çekirdeklere... Korkak değilim, kolaya da kaçmıyorum, zaten ne korkaklık, ne de kolaycılık öyle basit işler. Bunlara cesaret dahi edemem. Aslında ben, karmaşıklaştırmayı sevmiyorum hayatı ve onun bileşenlerini. Çarpanlarına ayırmak, belki sıkıcı geliyor, belki de gereksiz. Gülen gülmüş, ağlayan ağlamış, seven sevmiş, giden gitmiştir. Her şey, o an zaten bitmiştir. Hayatın belki on milyonuncu sorusuyla karşı karşıya kaldığım o an yine sana karmaşıklaştırmadan cevap vermek istedim. Senin için bırak ölmeyi, ölümden dönmeyi bile göze alabileceğimi sanmıyorum. Ayrıca ben ölümden dönebileceğime de pek ihtimal vermiyorum.

19.10.06

bugün bunları düşündüm ( I )

Beni seçen birilerinin olması beni hep şaşırtmıştır. Kendimi o kadar yetersiz o kadar kabiliyetsiz o kadar cibiliyetsiz addediyorum ki bu seçildiğim anlar beni güldürüyor, üzüyor, şaşırtıyor.

Şu sıralar gölgemin varlığı çok gözüme çarpar oldu. Ondan kurtulmak ister gibi oluyorum bazen, şöyle kör bir makasla kökünden keserek. Başarabilsem, eminim çok farklı bir şeyler olacak. Belki ölüm gibi, gerçi cesetlerin de gölgeleri vardır. Sanırım gölgemizin varlığı, sadece saydam olmadığımızın delili. O zaman çok da kurtulmak zorunda olduğum bir şey değilmiş, vazgeçiyorum.

Filmlerde hani karakterlerin düşleri de yer alır. Küçükken şöyle sanırdım dediklerimden biri de bunla ilgili. Ben kamerayı adamın neresinden sokuyorlar da düşlerini filme alıyorlar diye şaşırır dururken büyümüşüm. Şimdi de biri benim düşlerimi filme alsa ne olur diye açıkçası biraz da ürkerek düşünüyorum. Çünkü düşler bazen size ya da etrafınızdakilere çok acımasız roller biçebiliyor.

Okul yeni bitti. Artık öğrenci değilim çiçeği burnunda bir işsizim. Ailem var, yani güvencedeyim. Peki ne kadar güvencesizliğe evet diyebilirim? Ya da buna cesaret edebilir miyim?

İnsan yalnız kaldığında ne kadar da farklı olabiliyor. Her şey mübah gibi düşünüyorsun o anlarda. Toplumun ortalama ahlak veya görgü kurallarının dışına rahatça çıkabilirsin yalnızken. Kendimize saygımız da mı bir eksiklik var yoksa aslımız gibi olursak kimsenin bizi sevmeyeceğine emin miyiz?

11.10.06

açık ve güneşli

Sırtımın sırsıklam halinden memnundum. Ardı arkası kesilmeyen, olsa olsa tanrı işi bir bereketle akan bu ılık suyun, ensemden topuklarıma kadar bir jilet gibi süzülüşünün her anını hissedebiliyordum. Ellerim neredeydi ? Bu keyif verici sihir yüzünden olsa gerek, sadece sırtımdan yukarıda kalan uzuvlarımı hissedebiliyordum. Ellerimi bulabilsem, suyun nereden geldiğini anlayabilecektim. Arkamı dönmeme izin yoktu. Zaten ne oluyorsa arkamda oluyor ve bitiyordu. Gözlerim bu merakımı gideremezdi, onları yuvalarından çıkarmam gerekirdi böyle bir açıyı tanımlayabilmeleri için. Tam karşımda kireçle sıvanmış ve üzerinde bir kaç karalama yapılmış bir duvar vardı, sağ tarafımda beyaz bir gaz tenekesi, solumda ise taştan bir oturak vardı. Her şey beyazdı burada ve yavaşça değişiyordu. Bunun bir işkence olmadığını iddia edemezdi kimse, ama ben hiç de kötü bir durumda hissetmiyordum kendimi. Belki suyun ferahlatıcılığı, belki de odaya hakim olan bu ağır ama hoş kokuydu, rahatlığımın sebebi. O an seni düşünür gibi oldum, ama bir anda seninle ilgili tüm hücrelerim görevlerinden istifa ettiler sanki, sana sarılır gibi oldum, ama ellerim ne yazık yerlerinde değillerdi. Bir ses duydum, kalın bir erkek sesi. Şiir gibi bir dörtlüğü okudu bir kaç defa. Sonra daha ince bir ses okudu bu şiiri bu bir kadın sesiydi, daha sonra sahibinin ikisinden de yaşlı olduğu belli olan bir sesten işittim bu şiiri, en sonunda da küçük bir kız çocuğunun ağzından tekrarlanan dörtlük şöyleydi:

Başını kaldırıp göğe, imrenme kuşlara
Uçabilirsen seninle aynıdır onlar da
Sür kendini ıslak ve ateşli çamura
Ellerin bağlı olsa da yükseleceksin korkma

Biraz sonra sesin şiddeti azaldı. Kimse var mıydı yanımda berimde bilemiyordum. Hoş, bir tabur ordu da olsa buralarda bir yerlerde, bu sararmış duvarın dibinde yapayalnızdım. İçimden bağırmak, yardım istemek geliyordu, ama yapmıyordum. Sanki, bir tarafım bu durumdan gayet hoşnuttu. Başımı yukarı kaldıramıyordum, saatlerdir aşağı eğilmiş bir haldeydim. Bu yüzden tüm boyun kısmım da bir ağrı belirmeye başlamıştı. Sırtımdan akan suyun hızı iyice azalmıştı. Hissetmeye başladığım yerlerimde derin bir sızı beliriyordu. Acılarım ağrılarım gitgide arttı. Gözlerimden önce bir kaç damla yaşın süzüldüğünü farkettim, ağladığımı bir his olarak farkedemiyordum fakat bir yağmur gibi boşalmaya başlamıştı gözümden yaşlar. İçimden o şiiri okuyan adama küfürler düzdüm. Bu hale düşmem de bir rolü olmalıydı. Bir an evlerinde kadife divanlarına kurulmuş tek endişeleri lezzetli yemişlerin kabuklarını soymak olan insanlar hayal ettim, kıskandım onları. Hizmetçilerinin, gümüş kupalarda sunduğu şarapları yudumluyorlar, kucaklarına aldığı çocuklarının yanaklarından makaslar alıyor, yanı başına oturttukları iri kalçalı güğüm göğüslü hanımlarının gıdılarına ıslak ıslak öpücükler konduruyorlardı. Onların yerinde olmak... Yavaş yavaş tüm hücrelerimle bu esarete karşı savaşma isteği uyanıyordu içimde. Bu uyanışın sebebi; sırtımdan dökülen efsunlu suyun azalması mı, odayı boğan esrarlı dumanın etkisinin kaybolması mı, yoksa kendime olan tahammülümün giderek azalması mıydı, bilemiyorum. Ellerimi hissettim önce, sonra bacaklarımı. Ne bir ip vardı ne bir zincir. Hiç bir bağlayıcılığı olmayan bu mekanda saatlerce neden kalmıştım? Arkamı ağır ağır ve ağrılı ağrılı dönebildim. Sanki arafta yıllarca beklemiş bir kayıp ruhtum. Cennete kabul ediliyormuşum gibi büyük bir neşe sardı içimi. Bembeyaz mermerlerle kaplı bir odada olduğumu fark ettim. Kapısı kapalı ve buhar dolu bir odaydı burası. Sağımdaki oturağa baktım, o an derin bir nefes alarak kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kafam iyice yerine gelmeye başlamıştı. Bu bir klozetti, sağ tarafımdaki de bir gaz tenekesi değildi, bir kombiydi. Herşeyi anlamaya başlamıştım. Şimdi dışarıdan annem, babam, dedem ve küçük kardeşimin endişe ve korku dolu sesleri geliyordu. Kapıyı kırmak üzereydiler. Boğazım yırtılmış gibi acıyordu. Zorlukla durun açıyorum diyebildim. Kalktım çevirdim kiliti. Boynuma, ayaklarıma sarıldırlar. İkinci kez aynı şeyi denemiştim. Sanırım yine başaramamıştım. Onları bir daha üzmemeye söz verdim o an. Babam yalvarır gibiydi özür diliyordu benden, sorun neydi hatırlamıyordum o halde affetmiştim. Aklıma o dörtlük geldi. Dedeme beni dışarı çıkar dedim. Balkona çıktık, başımı göğe kaldırdım. Hava açık ve güneşliydi. Bir mucize gibi süzülen bembeyaz martılara baktım uzun uzun. İçime derin bir nefes çektim. Ciğerlerimde yeni yerler keşfediyordum sanki.

Temiz hava, insanı ölmekten bile vazgeçirebilir dedim küçük kardeşime. Yanağından bir makas aldım...

9.10.06

sandık

Dışarıda olmakla evde olmak arasında bir fark var, bu kesin. Dışarı çıktığınız anda yüze vuran o havanın uyandırıcı, kendine getirici bir kimyası olduğu inkar edilemez. Tabi inkar edilemeyecek diğer bir durum da evin kapısından girdiğinizde hissettiğiniz güvende olma duygusudur, bu da yine eşsiz bir iç salgıdır.
Dışarıda olmanın güzel yanı yeniye açık olmasıdır, zaman daha az çizer geçerken sürtündüğü yerleri, daha az sıkılırsın yani. Değişim gözünün önünde gerçekleşir. Seni yoracak kadar çok görüntü akar gider önünden. Yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni hayvanlar.
İçerideyken, ilginç bir şekilde hayatınızın bir parçası olan insanlarla, kapıları kilitli bir kalede yaşamanın, düşündürücü tarafı yormalıdır beyinleri. O zaman, içeride olmak da güzeldir. Her an yenilermiş gibi davranmak anneye babaya, eşe çocuğa. Bu yolda size deli deseler de umursamadan.
Bir de tek başımıza kalmak zorunda olduğumuz mekanlarımız var. Kendimize ait, yani öz evlerimiz var. Perdelerinin ardında yüzlerce ruh hastalığı barındırdığından korktuğumuz, korkutulduğumuz yerler bunlar. Girdiğimiz kısacık anlarda bile gözlerimizi sıkı sıkı kapatarak kesinlikle hiç bir anına, hiç bir lanet olası eşyasına tanık olmak istemediğimiz bir ev burası. Elbette hepimiz, bu soluksuz kaçışın, bu yersiz korkunun yanlış olduğunun farkındayız. Yine hepimiz biliyoruz ki, dışarıdayken başaramadığımız, çözemediğimiz, tamir edemediğimiz o bozukluğun çözümü için gerekli aletler öz evimizdeki alet edavat sandığında kilitliler, veya içimizdeki koridarlarda bulunmayı bekliyorlar. Kendi içimizi iyice kolaçan etmeden dışarıya çıkmışa benziyoruz hepimiz. Bu sabırsızlığımız, bu dışarı sevdamız, muhtemelen kendimize tahammülsüzlüğümüzle ilgili. Ama ben şimdi biraz müsaadenizi istiyorum. İki dakikalığına içerime girmem gerekiyor. Sanırım oralarda bir İngiliz Anahtarı olacaktı.

6.10.06

kırmızı siyah

Hepi topu üç telden ibaret olan saçlarımı kafama yapıştırdı şemsiyesiz yakalandığım yağmur. Yakışıklı değildim, şimdi iyiden iyiye kötüleşti görünümüm. Ah yağmur hep sen yapıyorsun bunları. Islak kediler gibiyim oldu mu şimdi ya. Oysa bugün kusursuz olmalıydım; sabahın köründe kalkmış, güzel bir kahvaltı yapmış ardından kendimi banyoya kilitlemiştim. Saçımı üç kez şampuanlamış, hırpani bir şekilde vücudumdaki kirlerle mücadele etmiştim. İki kere üstünden geçmiştim zaten traşlı olan yüzümün, bir teneke str8 i de boca etmiştim keselenmekten kıpkırmızı kesilmiş vücuduma. Burnumun üstündeki siyah noktalardan kurtulmuş, dişlerimi 5 dakika boyunca fırçalamıştım ve sonunda kendimi en iyi hissettiğim ayakkabılarımla güzel bir sonbahar günü sokaklara fırlamıştım. Aslına bakarsanız ben bakkala giderken bile bu yaptıklarımı çok abartmamak şartıyla yaparım, ama bugünki hazırlanışımı diğerlerinden ayıran, onu özel kılan bir ayrıntı var ki, o da o kulaklarımı kırmızı kırmızı yapan, göğüs kafesimde büyük çapta sarsıntılara neden olan o yanardağ patlaması gibi heyecan. İşte bu gibi günleri özel kılan etiket budur; heyecan. Böyle günlerde aslında ne parfümünüzün kokusu, ne spor spikeri götü gibi parlayan sıfatınız, ne ayakkabınızın cilası önemli. O an sizi farklı kılan sadece o heyecan. İnsanın yüzünün kızarabilmesi onu doğadaki diğer canlılardan farklı kılan, ayırt edici bir özelliğidir. Maymunlar da utanırlar ve fakat onların bir yerleri kızarıyor mu diye eğilip hiç bakmadım. Ömrümün yaklaşık 17 yılı domates kıvamında geçtikten sonra şimdi kızarıklığı büyük ölçüde defetmiş bulunmaktayım pür-ü pak cemalimden. Yalnız çok özel anlarda kulak uçlarında görülebiliyor ve toktağan sayılabilecek ölçüde uzun süreli bir kızarma bu. Ama asıl önemlisi, insanların birbirlerinin kırmızılıklarını neye yorumladıklarıdır. Yani utangaç insan neyi barındırır; mesela ezik midir, yoksa gayet normal bir tavır mı sergilemektedir ya da bu mahcubiyet ideal olan mıdır değil midir? Kızarmak, benim açımdan çok olumlu bir nitelik, kızaran insanlara sonsuz ilgi duyarım. Hatta üstlerine mayonez sıkıp yiyesim gelir( karşı cinse hitaben). Nedendir de suna boylum nedendir? Sanırım şundan; kendime yakın hissediyorum mahcup insanları, başkaca bir nedeni de yok. Kızarmayan insanlara da aksi gibi, hep soğuk durasım var. Onların da üzerlerine şöyle bol bol ketçap sıkasım ve ömürlerini kırmızı tonlara gark edesim gelir. Sahi, kırmızı siyahın üzerine ne güzel gider.
İşte sebeb-i bekleyişim, arz-ı endam ediyor. Üzerinde sadece o iki renkle. Bir uzun çile gibi çekmiş libasını o saydam tenin üstüne, belki de bendeki anlamını güçlendirmek için.
Bir an önünde onu beklediğim dükkanın vitrininden kendime bakıyorum, saçlarım simsiyah yüzüm kıpkırmızı.

4.10.06

zaaflar ve sömürgenlik

Karşımdaki kişinin zaaflarını gördüğüm anda, iki seçenek belirir kafamda; görmezlikten gelmek ya da karşı tarafın bunu görmesini sağlamak ki düzelebilsin. Tabiyatıyla benim karşımdakilerden beklediğim bana zaafımı göstermeleridir. Aslında üçüncü bir seçenek daha var ki bu da insanlığa dahil ve zaman zaman farkında olarak ya da olmaksızın herkesin tercih edebildiği bir seçenek. Zaafları görmek ve sömürmek. Hani şu emperyalist dediklerimizin yaptıkları şey. Bir ülkenin bir alanda açığını gördüğünde, bir kemirgen gibi o açığı ısırmaya delmeye; o yarayı genişletmeye çalışır emperyalistler. Ve başarılı emperyalistlerin eserleridir bugün dünyayı birinci, ikinci, üçüncü diye bölerek konuşmamız. Yine bu oyunun sonucudur kimi ülkeleri "hiç" saymamız. Zalimce bir ruh halidir; sömürmek, sömürgen olmak.
İnsanın kendi zaaflarını sömürdüğü kendi kendini sömürdüğü durumlar da var. Hani bir yaranızın kabuk bağlamış olmasına aldırmadığınız ve onu tekrar kanattığınız anlardan bahsediyorum. Sizi çok mesut edecek bir sonuç elde edeceğinize emin olduğunuz anlarda bile zaaflarınız yüzünden o yoldan kendi kendinizi caydırıyorsunuz. Bir sevgiliniz var ve beraber çok güzel günler göreceğinize eminsiniz, ama aslında esmer olan bu sevgiliniz sizin tipiniz değil de mesela kumrallara zaafınız var, bir bakıyorsunuz o beraber mutlu olacağnıza emin olduğunuz kişiden vazgeçievermişsiniz. İşte bu, içimizde yaşayan diğerlerinin, asıl bizi sömürdüğü andır. Bu anlarda, içerimizde sömürülmekte olan, erdem sahibi ama güçsüz kalmış yanımızdır. Kötü dediğimiz şey, dünya üzerinde kendi kendimizi ve akabinde de diğerlerini sömürdükçe artacaktır. Kendi kendini sömüren insanlar bir bakıma iç küreselleşmelerini tamamlamaya çalışmaktadırlar ve birer erdem törpüsüdürler. Kıyamet denen büyük yok oluş da bu insanların kemirerek büyüttükleri sonsuz hacimli delikten çıkıp gelecek ve sonunda tüm insanlığı yutacaktır.