19.11.10

Her Günün Kahramanı

O kötü günün kahramanıyım, ama o gün gelmesin diye yaşadığım bu akvaryumu ağzına kadar benzinle doldurup bir sigara yakabilirim ve işte ben o kadar az insan görüyorum ki size karşı nasıl davranacağımı unutttum sayın bayan. Evet her şey değişiyor, çok şey bilmemize gerek yok diyorum kendime kendime. Sadece olacaklar ve ölecekler var. Onun yaklaştığını, o afallayan halimizle hissettiğimizde bize yaşamın tümünü tattıracak belki de. Ama anlıyorum ki hayal gücümüz yine de yaşama tat katıyor, belki de sadece bunun için yaşamak gerekiyor.

Hayal gücüm özgürlüğüm ve ona engel vuramıyorlar. Ama dediğim gibi unutuyorum. Belki de dediğin gibi ilaçlar kullanmalıyım. Hayal gücümü arttıracak ilaçlar. Beni küçük gereksiz kalabalıklara savuran bu yalnızlıklardan kurtarmalıyım kendimi. Sadece seninle yalnız kalıp hayaller kuracağımız günlerin hayalini kurmalıyım. O kadar az insan ki, unuttum unutuyorum nasıl davranacağımı. Kim olduğumu biliyorum ben ve bunu kaybetmemeliyim. Değiştirilmemeliyim. Sadece kim olduğumu bilmediğim anlara şahit oluyorum ara ara. O anlarda beni vurmamalı kimse, beni kendimle vurmamalısın. Ben kötü değilim, çünkü geceleri rahat uyuyabiliyorum. Çünkü kötüler benim kötü geçirdiğim o öğleden sonralarında gülüyorlar ve ben de onların kıvrandığı o geceleri rahat geçiriyorum. Ben iyiyim, ben kötü değilim. Ben iyiyim, en azından iyiyim.

Kişinin kendi kendini değerlendirebilmesi zordur, kendi kendini ödüllendirmesi çılgınlıkken kendi kendini cezalandırabilmesi çok kolaydır. Ama ben ödül ya da cezayı boşveriyorum ve sadece kendimi iyi addediyorum.

Çevrem hareketleniyor bense inadına ağırlaşıyorum, çevrem değişiyor ve ben kabuğumu üzerimden atmaya dahi korkar haldeyim. Yalnızlığım çevremdeki hengameye rağmen giderek artacak. Özgürlüğümü kolayca elden bırakabilir miyim diye korkar oldum. Silaha sarılabilir miyim kendimi cezalandırmak adına. Kolayca kaçabilir miyim, gitsem de fark etmez mi gerçekten. Gerçekten gitmeli miyim?




**onb. dw**

31.7.10

Beklemek

Tren garının yirmi metre ilerisinde bir kahvehanede zamanın geçmesini bekliyordum. Sadece bir saat sonra onu getiren tren gara yanaşacaktı. Tam altı aydır onu görmüyordum. Ne gittiği yeri, ne de ne halde olduğunu biliyordum. Tam tamına üç saat evvel gelip, onu beklemeye başladım. İçtiğim altıncı bardak çay ve beşinci sigara ile ona gitgide yaklaşıyordum. Her nefes duman, bir durak geçişi gibiydi ve her yudum çay, bir kilometre yol gibi beni ona götürmekteydi. Kafamı cama doğru çevirdim. Hava biraz önceki kapalı halinden kurtulacak gibiydi. İleride ağaçların yeşilliğine vurmuş güneş, saniye saniye sarartıyordu gökyüzünü. Yeni atılmış asfalt ise hala ıslaktı. Kuşlar yağmur ertesi ziyafetleri için yere konmuşlar ve arabaların geçişine dahi aldırmadan birbirlerinden daha önce yerdeki kıt ganimeti kapışma derdindeydiler. Biraz sonra bakışlarım, içinden geçip dışarıya yöneldiği pencerenin camına yoğunlaştı. Bu kadar temiz bir kahvehane camına hiç rastlamamıştım doğrusu. Öyle ki üzerinde dolaşan sinek, gökyüzüne konmuş dev bir canavar gibi görünüyordu. Masadaki gazeteyi sineğin tam üzerine yapıştırıp her şeyi biraz kirletebilirim diye düşündüm, kendi kendime güldüm.

O sırada gara bir tren yanaşıyordu, beklediğim kişinin nereden geleceğini bilmediğim için; henüz gelmesine vakit olsa da, tüm trenleri karşılamak için ayağa kalkıp pencereye yöneliyordum. Öyle ki ,işine aşık olan bir gar görevlisi gibiydim. Tren, iki dakika sonra hareket etti, inen bir kaç üniformalı beni heyecanlandırdıysa da onu aralarında göremedim. En son, kucağında küçük bir kız çocuğuyla bir ihtiyar indi trenden. Nedense, iner inmez, bu mesafeden de olsa beni görür gibi, bana doğru ilerledi. Şimdi yavaş adımlarla kahvehaneye gelen bu adamı daha önce hiç görmemiştim. Biraz sonra kapıyı açıp içeri girdi. Kapı, arkasından gürültüyle kapanır kapanmaz kucağından kız çocuğunu yere bıraktı ve boş bir masaya ilerledi. Kahvehanenin temizliğini yapan kız, masanın üstündeki küllükleri boşaltırken benim altı izmaritim ve küllerle dolu tabağıma iğrenen bir ifadeyle baktı. Bense, hemen bir sigara daha yaktım ve içeri giren bu adama neden bu kadar hayret ettiğimi anlamaya çalıştım. Neden bu kadar tedirgindim. En azından neye benzediğini biliyordum beklediğim kişinin. Hem altı ayda bu kadar yaşlanmış olması mümkün değildi ki, içimden yine kendime güldüm. Belki bir tren değil, bir zaman makinesiydi beklediğim ve beni kendi geçmişime götürüyordu.

Bana söylenilen zamana yalnızca yarım saat kalmıştı. Şimdi küçük kız, penceredeki sineği kovalıyor, yaşlı adam ona gülümseyerek ama nedense hüzünle bakıyordu. Kızın hareketleri çok hızlıydı, bir cama bir yaşlı adama doğru seğirtiyor ve arada bir de gazozundan bir yudum alıyordu, onun  masaya hızla yanaştığı zamanlarda yaşlı adam, çay bardağını iki eliyle tutup, devrilmesini önlemeye çalışıyordu. Adamın bir an ayağa kalktığını fark ettim. Evvela temizlikçi kıza fısıldadı, sonra cebinden çıkardığı bozuk paralardan itina ile bir kaçını seçip, çay tabağının içine bıraktı. Kız, birden kendine emredilmiş gibi adama koşup eline sarıldı. Adam dışarı çıkmadan evvel bana doğru bir kaç adım yaklaşıp iyi günler efendim dedi, sanırım birini bekilyorsunuz. Bunu bilmesine çok şaşırmadım ama; benimle iletişime geçmesi afallatmıştı. Evet,  dedim birini bekliyorum. Emin misin geleceğine dedi. Eminim dedim. Ne mutlu sana o halde, iyi günler evladım dedi ve ağır adımlarla dışarı çıktı.

Arkasından kalkıp gitmek istedim. Sanki bu soruların içinde bir ima arar gibiydim. Ne yani emin olmamalı mıydım? Neden sonra, adamı pek ciddiye almamam gerektiğini düşünüp, bir sigara daha yaktım. Temizlikçi kız elindeki gazeteyle sineği öldürmüş yerde can çekişini izliyordu. Sonra arka cebinde çıkardığı bir bezle camı silmeye koyuldu. Gökyüzünü bu şekilde temizleyemezsiniz diyecek oldum. Sonra vazgeçtim ve gözüm güneş ışıltısıyla parlayan raylarda beklemeye devam ettim. Zamanın geçmesini mi bekliyordum, onu mu bekliyordum bilemedim.

*dennis warhol*

12.7.10

Silahları bırakmak gibi seviyorum seni sincabım

D., tam karşısına, bir masanın üzerindeki eski ve hacimli bir kitap üzerine oturttuğu kendisiyle sohbet ediyordu. Karşısındaki, kimi zaman sabırsız ve dinlemekten bıkmış görünüyor; öyleyken ona henüz söylemediği şeyleri de söylemesini tembihliyordu. Genelde konuşmayla ilgisizdi, kitabın nerede kalındığı bilinsin diye bir ayraçla işaretlendiği bölüme, topuklarıyla bir ritme uyarmış gibi arsızca değiyor, arada sırada sayfaları baş parmağıyla güçlükle de olsa kıpırdatabiliyor ve sanki kitaptan bir pasaj okurmuş gibi yüksek sesle bir şeyler geveleyip tekrar eski haline geri dönüyordu. Bunu varlığını sürdürdüğünü belli etmek için yapar gibiydi.

Kalkıp kitabın kalınca cildinde dolaşmaya başladı. Bir alınganlık gösterir gibi dudaklarını bükmüş, arada göz ucuyla beridekine bakıyordu. Sonra üstüne bastığı her harfi okudu yüksek perdeden. Kaaa, AAAA, Neeee. Harfleri böyle ayrı ayrı okuduktan sonra birleştirmesi için bir yere havale etmiş de cevap bekliyor gibi durdu bir süre. Sonra haa evet, KAN dedi, hani o sıcak ve ıslak, dumanı tüten kırmızılık.

Bu küçük adamın ilgisizliği arttıkça huzursuzlanıyordu D. Ona anlatmak istediği ne varsa anlatmıştı aslında, söylemediği şeyler neydi ki, hem madem söylenmedik bir şeylerin var olduğunu biliyordu neden kendisi söylemiyordu. Belki bir müzisyenden sevdiği bir şarkıyı dinlemek ister gibidir dedi bu tavır. Hani şarkıyı herkes bilir; ama kimse o gibi çalamaz, söyleyemez. Ondan daha iyi söyleyeni mi çıktı; elbet bu kez de vefa bir yere kadar o dudakların ötesine bırakmazdı o gözleri. 

Kitabın üzerindeki gözlüğün arkasına geçen küçük adam, biraz daha büyüme hevesindeymiş gibi yanaklarını şişiriyor, göğsünü ve ciğerlerini havayla dolduruyordu. Sanki D.'ye meydan okur gibiydi. Eline çalışma masasının üzerinde duran dolma kalemlerden birini almış ve bir kılıç gibi göğe doğrultmuştu. Sen, dedi, oradaki yaklaş ve bir kelime dahi etme, zaten söyleyeceklerinin bitmiş olduğuna eminim. D. ürkmüş değildi ama şaşırmadığını da söyleyemezdiniz. Yüzünü kitaba iyice yaklaştırdı. Adam kalemi bir anda yanağına batırdı D.nin ve acıyla geriye sıçrayan D. kendini odanın ortasındaki sobanın yanına kadar gitmiş buldu. Bu saldırıyı hiç tahmin etmemişti. Hemen sobanın üzerindeki demirlerden birini kapıp adamın üzerine yürüdü. Ama onu hemen oracıkta bulamadı. Elindeki demiri sıkı sıkı kavrayarak, titizlikle aramaya koyuldu adamı. Vazoların içinden çekmecelere, mürekkep kutularından abajurun içine kadar. Fakat sonra D. adamın hiç de bulunmayacak bir yerde olmadığını fark etti. Küçük adam kitabın içindeydi. Tam da ayraçın olduğu sayfanın içine gizlenmişti. Bunu bu sayfadaki haddinden fazla şişkinlikten anlıyordu.

D. adamı ürkütmemek için yavaşça aldı kitabı eline ve göz hizasına doğru kaldırıp adamı görmek için tek gözünü de kapayarak incelemeye koyuldu. Küçük adam içeride bir küçük ışık yakmış kitabı okumaya koyulmuştu. Bunu yaparken de zorlandığı çok açıktı. D. ona yardım etmeyi aklından geçirdiyse de yüzünün acısını henüz unutmamıştı, elini yüzüne attığında akan kanı fark etmiş şimdi daha bir hırsla avuçlarının arasındaki kitabı izlemeye koyulmuştu. Kitabın kalın ciltlerini iki avucunun ortasına alarak D. büyük bir hızla kitabı açıp yine büyük bir hızla kapadı ve hemen elinden yere fırlattı. Sobanın sesi büyük bir gürültüye dönüşmüştü. D. sobaya sırtını vermiş yerde hareketsiz duran kitaba bakıyordu. Cesaretini toparlayıp kitaba yaklaştı, kitabın her hangi bir yerinde kan ya da bir başka sıvı görünmedi gözüne. Alıp kitabın şişkin duran sayfasını açtı. Sayfa 155 yazıyordu altta. Sonraki sayfalar ise bomboş ve numaralandırılmamıştı. Bu işte kitabın son sayfasıydı ve sayfanın ortasında o küçük adamın yerine yalnızca bir ayraç vardı.

Kitap şu sözlerle bitiyordu;

155 gündür buradayım ve sana kendimi anlatmak için bir yol arıyordum. Sanırım en iyi yol buydu. Sana acı verdim affet, ben silahımı bırakıyor ve evime dönüyorum.

D. kitabı gümbür gümbür yanan sobaya atıp, evine doğru yola koyuldu.

***DW***

27.6.10

Beyaz Vadi

Seninle sevişeceğim dedi. Böyle diyerek ne umdu; bir ödül müydü bu, yoksa bunun beni değiştireceğini mi düşünüyordu? Hayır o kadar basit olduğuna inanmıyordu, buna eminim. Ona göre bizimle ilgili şeylerin nedenleri normal sonuçlar doğurmamalıydı ya da normal sonuçların nedenlerinde bir karmaşıklık olmalıydı. Belki de en büyük hata buydu.

Daha önce hiç düşünmediğim, hayatımın hiç bir anıyla ilgisi olmamış belki de düşünmekten korktuğum sorular soruyordu. Yanıtlarımın doğru mu yanlış mı yoksa ustaca söylenmiş yalanlar mı olduğunu anlayamıyordum bu yüzden. Ona konuşmak çözüm değildir diyebilirdim ve susmasını isteyebilirdim, aba altından. Ama bu sorular beni yavaş ve yumuşakça acıtıyordu ve bundan hoşlanıyordum.

Elimi elbisesinin altına soktuğumda buz gibi bir bedene değdim. Beni istemiyor olabilir mi dedim?Neticede, kelimeleri ruhundan ayırabilecek kadar zeki biriydi. Beni istediğini söylemesinin nedeni de bir çeşit cezalandırmaydı belki, bir çeşit aşağılama planı olacaktı bu. İnatla elimi en olmadık biçimde en olası yerlerine bastırıyordum. İlginç bir inatla vücudunu soğuk tutabildi.

Bu bembeyaz vücut, soğukluğuyla bir buz kütlesi gibiydi. Üzerinden hafifçe kalktım. Ne o pes mi ettin dedi. Hayır, dedim, sadece seni istemediğimi fark ettim. Böyle söyleyerek onu kışkırtmak değildi niyetim ki bu çok klasik bir yöntem olurdu. Derdim gereçekten de bu değildi, sadece bir sigara içmek istemiştim. Pencere kenarına doğru gittim, ziftlenmeye başladım. Pervazları küllük niyetine pervasızca kullanıyordum.

Aşağı baktım, çiftleşen kediler gördüm. Erkek olan-kırmızıydı- dişlerini altındaki dişiye-simsiyahtı- sıkıca geçirmiş ve onun kaçmamasını sağlamıştı. Dişi, gözlerini huşu ile kısmıştı ama yine de istemez bir görüntü çiziyordu. Bu hayvanlara şaşmamak doğrusu zor, hani beklese erkekler, böyle kur yapmasalar dişiler mecburen kendileri gelecekler. Bir şekilde üremek kaygısında iseler bu iş yapılmak zorunda. Sigarayı üzerlerine fırlattım kedilerin, perdeyi kapadığımda bana sinirle baktığını görür gibi oluyordum kırmızı kedinin, ama asıl kızgın olan beni yarı açık koltuğun üzerinde bekleyen bu kadındı. Ona üstünü giyinmesini söyledim. Göğüslerinin arasında bir beyaz vadi uzanıyordu ilkin yanıma geldiğinde, şimdi ise sinirden derin derin aldığı nefesler bu vadinin hunharca dolmasına bir ovadan farksız görünmesine neden olmuştu. Ona bir iki beylik laf söylemem beklenirdi elbet. Söylemedim...

26.5.10

Eksik

Onbaşı W., ıslak ceketini çıkarırken, keyifsiz ve ağır aksak bir ıslığı henüz bitirmişti. Ceketi, saygı duyduğu birine giydirir gibi itinayla astı kırık beylik sandalyesine. Masada duran iki gün öncesine, cumaya, ait gazeteyi aldı eline.. İlk sayfasında savaşa dair haberler yer alırdı hep; ölü ve yaralı sayıları, kazanılan kaybedilen cepheler, yeni asker sevkiyatları, kurmayların sert açıklamaları, devlet adamlarının duruma göre değişen demeçleri, vatan hainleri, sonra kahraman askerler ki ölü ve yaralılardan ibaretti. Bu sayfalar W.’nin ilgisini çekmiyordu hiç. Bugün günlerden pazardı. İnsanlar bugün sabah kahvaltılarını, geciktirip, bir restoranda keyifli sohbetler eşliğinde yaparlardı, güzel aromalı kahveleri koca burunlarına çeker, bol çikolatalı kruvasanları şehvetle ağızlarına sokuştururlardı. Garsonlara bahşiş bırakmamak için kuruşu kuruşuna para vererek koca kıçlarını kaldırıp alışveriş yapmak için kalabalık caddelere akarlardı. O caddelerin ortasından bir sel gibi geçer ve kenarda köşede ne varsa beraberlerine katıp götürürlerdi. Pazar sabahları kimi insanlar ise yataklarından hiç çıkmamakla yetinirlerdi. Ayaklarını bembeyaz çarşaflarına dolar kah yanaklarını yastığın soğuk kenarında serinletir, kah eşlerinin yanaklarında sıcaklığı bulurlardı. Onbaşı iç geçirdi ve savaşmayan milletleri düşündü, tüm günleri “Pazar” gibi olmalıydı. Sırtını sandalyesine yaslayıp pencereden dışarı baktı. Yağmur iyice yağmış ve tozu toprağı yere sermişti, ağaçlar bu tatil gününün keyfini çıkarırcasına yerlere kadar salmışlardı yapraklarını. Önceki gün köklerine bir askerin kanı akan kızılçam, sanki renginin hakkını verir gibi kırmızı göründü gözüne. Ağacın etrafında birkaç tane de sincap ölüsü vardı. Bağırsakları ve dilleri dışarı çıkmış, topladıkları fındıklar kurşun kovanlarına karışmıştı. Onbaşı ağzında sigarası olduğu halde dışarı çıkıp cesetlere yöneldi. İki sincap cesedini de tek eliyle kavradı ve kızılçamın geniş kovuğuna yan yana koydu. İleride onu izleyen birkaç asker olduğunu fark etti. Yüzleri acıyla yere düşmüş bu askerler alay etmeye dahi takat bulamadıkları bu görüntü karşısında hafif gülümsediler. Onbaşı yüzlerindeki gülümsemeyi hayra yormasa da onlara tepki vermeyerek odaya geri döndü.

Oturup silah ve top seslerinden arınmış bir günün keyfini çıkarmak istiyordu. Postallarını çıkartırken, gözü masa üzerinde duran haritaya çarptı. Onu daha önce de görmüştü ama bu kez haritada bazı işaretler olduğunu fark etti; haritayı evirip çeviriyor, bir ters bir düz ediyordu. Sonunda beş ev ve bir ahır da dahil olmak üzere altı çarpı işaretinin ısrar ve sertlikle karalanmış olduğunu anladı. Bu evlerin cephanelik ya da sığınak olarak kullanılmak üzere tespit edilmiş olabileceğini düşündü önce, sonra bu bögeyi tanıdığını fark etti. Daha önce birkaç kez yalnız başına gezdiği kel bir tepelikti burası. Buraları iyi biliyor ve hatta burada yaşayan insanlardan bir kaçını tanıyordu. Bir keresinde ona gerçekten çok lezzetli bir şarap sunan kızı da hatırladı birden. Merakını gidermek için oraya gitmeliydi, haritayı iyice aklına kazıyarak ormana doğru yola çıktı. Yolda ona nereye gittiği sorulduğunda ne diyeceğini dahi bilmiyordu. Bu yüzden dikkatlice dolandı bölüğün arkasından ve ormana daldı. Adımını bastığı her yerden hayat fışkırıyordu. Çekirgeler zıplaşıyor, çiftleşen tavşanlar homurtularla kaçışıyor, mancınık misali gerilen dallar ayağının üzerinden kalkmasıyla zembereğinden boşalırcasına üzerlerinde ne varsa havalandırıyordu. 

W. uzun sayılmayacak bir yolculuğun ardından köye vardı, gördüğü manzara ürkütücüydü. Köy tanrının vaad ettiği kıyameti yaşamış gibiydi. Tüm evler yıkılmış, bir kısmı hala yanmakta olan ahırlardan, hayvan ölüleri dışarılara yayılmış ve evlere elli metre madar uzaklıkta bir duvar dibinde köyün tüm sakinleri cansız uzanmışlardı. W. istemsiz silahına sarıldı. Duvara doğru yürüdü. Onu önce sinek sürüleri karşıladı sonra pıhtılaşmış kan birikintileri ve üzerinde kurulmuş mikro hayatlar...

Köylülerin, eksiksiz, hepsinde ikişer üçer kurşun yarası vardı. En az kırk beden vardı yerde, Onbaşı W. büyülenmiş gibi yürüyordu aralarında. Hepsinin yüzüne tek tek bakıyordu geçerken. Ne aradığını bilmiyordu ama yüzlerine bakmakla sanki bir şey öğreniyor gibi hissetti. Bir sanat eseri gibiydi ölüm belki de şu an. Asker olduğu ilk andan beri korktuğu ölüm, böyle bir şeydi demek. Toprağın, kurdun böceğin seni yemesine izin vermek... Üzerinde birilerinin yürümesine ses çıkaramamak... Onbaşının ayaklarına cesetlerin kolları bacakları dolanıyor, sanki tüm gücü ve canlılığı ölüleri kıskandırıyor ve o da aşağı çekilmek istiyordu. Bir an W. onların bu halleriyle daha güçlü olduklarını hissetti, artık kaybedecek bir şeyleri kalmamıştı. Buradaki erkeklerin yaşarken çok değer verdikleri penislerini bile kesseniz şimdi, gıklarını çıkarmazlardı; ya kadınlar, boyunlarından en değerli ziynetleri bile alınmıştı, şimdi onları elmaslarla; yakutlarla süsleseniz kurvasanlar kahveler sunsanız yine de iyi hissedemeyeceklerdi.

Onbaşı yerdekiler arasından kendisine şarap veren kızı zorlukla seçti. Göğüsleri elbisesinden dışarı uğramış ve göğüs uçları dişlenerek kopartılmıştı, karnındaki kurşun yaraları kurtlanmıştı. W. kızın üstüne iyice geldi, ona bakarken midesini zor tutuyor, kokudan kurtulmak için kol uçlarıyla burnunu kapatıyordu. Kendisine bir kaç gün önce gülümseyen o ağzın içi siyaha çalan bir kanla dolmuştu. W. en azından onu gömmeliydi... 

İşini bitirdikten sonra evlere doğru yürüdü, işaretlenmiş olanları tespit etmeye çalıştı. Bunlardan bir tanesinin kapısında durdu. İçeride irice bir kedi, yavrularıyla beraber yatıyor onları emziriyordu. Bereket, onların sonu sincaplar gibi olmamıştı. Adımını odaya attığında duvardaki fotoğraflara gözü takıldı. Muntazam bir sırayla çivilenmişlerdi. Aile fotoğrafları ve birkaç ihtiyarın fotoğraflarıydı bunlar, bunun dışında evlerde hiç bir şey yerli yerinde değildi. Tüm eşyalar yerlerinden edilmiş ve hiç biri kendisi gibi değildi. Masalar sandalyeler ters dönmüş kaplumbağalar gibi düzeltilmeyi bekliyor, mutfak eşyaları toz toprak içinde yıkanmayı hayal ediyorlardı.

W. dışarı çıktı, köyde hala yanmayı sürdüren büyük bir ahırla beraber altı ev ve iki tane de küçük kümes vardı, işaretlenmemiş olan tek bir ev vardı, diye düşündü. Gözünün önüne haritayı getirdiğinde o işaretlenmeyen evin hangisi olduğunu anlamakta gecikmedi. Ahırın az ilerisindeki, ormana en yakın ve diğerlerinden daha büyük olan evdi bu yağmadan kurtulan. W. biraz dikkat edince evin bacasından duman çıktığını fark etti. Bu duruma bir anlam veremedi önce, burada cesetler kurtlanırken orada birileri keyif mi çatıyordu?

Onbaşı W., büyük bir merak ve öfke ile eve doğru yürümeye başladı, her adımda silahına olan yakınlığı artıyordu. Evin kapısına doğru adımını attı, kapıyı açmayı denedi; ama sürgülenmişti besbelli. Evin etrafını dolanıp pencereleri kontrol etti; hiç biri açık değildi. Kapıyı çalmaya karar verdi, silahın dipçiğiyle sertçe vurdu, eli hemen tetiğin üzerine dönüyor ve nedensiz titriyordu. Bir kaç kez daha vurduktan sonra kapı açılmayınca, içeri kulak kabarttı. İçeriden gelen gürültüyü fark etti, cıvıl cıvıl çocuk sesiydi bu! W. şaşkınlıkla tekrar dinledi ve çocuk sesi olduğuna emin oldu. Onlarca hem de!

Geri dönüp duvar dibine baktı, yerde yatan cesetleri gözüyle taradı, bu cansız bedenler arasında tek bir çocuk bile olmadığını fark etti. İçeridekiler köyün çocuklarıydı demek! Kapıyı tekrar defalarca çaldı ve en sonunda amacına ulaştı. Kapı yavaşça açıldı, içeride en az on düzine çocuk vardı. Ona kapıyı açan da ergen bir erkek çocuğuydu. W. erkek çocuğuna doğru eğildi. Siz nasıl kurtuldunuz? diye sordu. Çocuk, tek kelime bile anlamamıştı. Gözünden akan yaşları W.nin ceketine silerek ağlamaya devam etti. W. çocuğu kafasından tutarak beraber yürüdü ve içeri girdi. Gerçekten de kapıyı açan çocuktan daha büyüğü yoktu içlerinde. İçlerinde kundakta olanlar dahi vardı. Kimileri ağlaşıyor, kimisi her şeyden habersiz merdivenlerin trabzanlarından kayıyorlardı.

W. önüne gelen ufaklıkların hiç birini atlamamaya çalşarak kafalarını okşaya okşaya, yanaklarını seve seve yukarı çıktı. Uzun bir koridor vardı şimdi önünde; açık kapılı odalardan, çocuklar fareler gibi kaçışıyorlardı. Onbaşı, en arkadaki odada koridora uzanmış uzun bacaklar gördü, bunlar odanın içinde cansız yatan muhtemelen evin sahibi olan çifte ait bacaklardılar. Çiftin kurumuş kanı üzerine çocuklar parmaklarıyla belli belirsiz harfler çizmişlerdi.

W. tekrar aşağı indi. Tüm çocukları yüksek perdeden ıslık çalarak susturup, aşağı salona topladı ve onları evden çıkarmaya başladı. Çocuklardan büyük olanlar kucaklarına henüz yürüyemeyenleri aldılar ve küçükler de kah el ele tutuşarak kah büyükçe olan kızların eteklerine yapışarak W. yi takip ettiler. W. peşinde çocuklarla cesetlerin yattığı yerin ters istikametinden köyü terk etti. 

Onbaşı W. bu çocukların ailelerini öldürenlerin kendi arkadaşları olduğunu biliyordu, kendisi de bu çocukların anne babalarından birini öldürmüş olabilirdi. O eve neden çarpı konulmamıştı, çocukları kurtarmak için mi, bunu henüz bilmiyordu. Belki de birliğin içinden birisi, köye bu operasyonu önceden haber vermiş ve güvenli olan evin hangisi olduğunu bildirmişti. Yine de bu ihtimalleri pek önemsemedi. W. şimdi bunları değil arkasında neşeyle yürüyen çocukları düşünmeliydi, onbaşıyı ölümün karanlığından cahil bakışlarıyla ve cıvıltılarıyla çıkarmışlardı. Onlar, bu pazar sabahında kendisine hiç bir şehirlinin yaşayamayacağı, alışveriş için girdikleri dükkanlarda bulamayacakları çoşkuyu hediye etmişlerdi. W. bu düşüncelerle yürürken, ona kapıyı açan ergen yanında bitiverdi. Çocuğun yüzündeki asimetrik çilleri, kir sanarak cebinden çıkardığı mendille silmek istedi W. . Çocuk yavaşça itti Onbaşıyı. Çillerinin üzerinde gezdirdi ellerini. W gülümsedi, özür dilemek istedi. Çocuk bir daha itti W. yi ve cebinden çıkardığı silahı Onbaşıya doğrulttu. Onbaşının kolundaki armayı işaret etti silahın ucuyla. W. o an, duvar dibindeki ceset denizinin kendi birliğinden birilerinin işi olduğuna emin oldu. W. dillerini anlamayan bu çocuklara hiç bir şey dememeye karar verdi. Ne yapmak istiyorlarsa yapmalıydılar, çünkü artık onların da o ölüler gibi kaybedecek bir şeyleri yoktu. Silahını yere attı ve gözlerini önce uzakta oynaşan sincaplara doğru çevirdi, sonra sıkıca kapatıp bekledi. W. gözlerini birkaç dakika boyunca kapalı tuttu. Çocukların onunla ilgili kararını bekliyordu. Birden yüzünde bir ıslaklık hissetti. Gözünü açtığında küçük bir kız çocuğunun onu yanağından öptüğünü anladı. Ergen çocuk, elindeki silahı bırakmış ve kucağına iki, sırtına da bir bebek almış gitmek istediğini fısıldıyordu. W. şimdi ne yapması gerektiğini bilmiyor ve öldürülmediğine pek de sevinmiyordu. Diz çöktüğü yerden kalkıp çocuklara doğru ilerledi. Ona bakan seksen doksan çift göz vardı. W.nin ayaklarının üstünden zıplaşarak bir sincap sürüsü geçti. Onbaşı çocukları peşine takarak ıslıklarıyla ormana doğru yol aldı.





*denniswarhol*

17.5.10

İçeride

İçeri girebilirdim aslında; ama ancak kırılmış bir camın içinden geçerek yapabilirdim bunu. Bu kırıktan, odanın düzenini görebiliyordum. Buna bir düzen denilemezdi aslında, üç beş kırık sandalye duvar dibine kurşuna dizilmiş ve can vermişler gibi sıralanmıştı. Koyu renkteki duvar kâğıtlarından başlayarak süreklilik gösteren bir karartı vardı içeride. Sanki birisi tavana asılmış, odayı sürekli daha koyu bir siyaha boyuyordu; bu yüzden ışığı ne kadar arttırırsanız arttırın oda aydınlatılamayacak gibiydi. 

Odanın sağ köşesinde sarışın bir kız çocuğu burnuyla oynuyor ve burnundan çıkardıklarını iştahla ağzına götürüyordu; annesi olduğunu sandığım kadın, her seferinde çocuğun eline bir şaplak vuruyordu. Diğer taraftaki kadının elleri bacaklarının arasındaydı ve yüzünde zührevi bir zevk ifadesi, şöminenin içindeki tespih böceklerini gözlüyordu. Elindeki şömine maşasıyla böcekleri hafifçe dürtüyor, onların ölü taklidi yapmalarını sağlıyor ve cansız gibi yere uzandıkları bu zaman içinde kahkahaları patlatıyordu. Bu müsamereden sıkıldığında aynı maşa ile böceklerin kafalarını eziveriyordu. Hemen ardından aceleyle kalkıp hazır ola geçiyor, salonun ortasına dönerek, birileri hesap verir bir ifade takınıyor ve onlar artık biliyorlardı diye bağırıyordu. Sonra çocuk, bu bağırtıya sevinçle "ben de bildim ki" diyerek katılıyor, annenin şaplağı ise gecikmiyordu. 

Kadınların beni görebildiklerine dair kuvvetli şüphelerim vardı ama küçük kızın ara ara bana doğru farkındalıkla baktığını hissediyordum. Bu bakışlarının birinde işaret parmağını bana yakın bir yere uzatmış ve “işte geldi" demişti. Hemen arkasından annesi kızın eline sert bir darbe indirmişti. 

İçeri mutlaka girmeliydim, beni içeriye almak istemeyeceklerini biliyordum; yine de kapı ve pencereleri ısrarla zorlamıştım. Ortası kırılmış cama tekrar baktım, cam o kadar tozluydu ki güneş ışığı ancak bulduğu bu delikten içeri sızabiliyor ve odanın içindeki toz bulutlarını arsızca teşhir ediyordu. Bir an, güneşin tuttuğu bu ışığın önünde düşündüm kendimi; bir sahnede, üstümde tozlu siyah takım elbisem ve fötr şapkamla rol arkadaşını bekleyen şaşkın bir oyuncu gibiydim. Hayali rol arkadaşım geliyor ve bu kez onunla beraber beklemeye başlıyorduk. Sonra git gide artan bir oyuncu nüfusu oluşuyor ve sabırla bekleşiyorduk.

Beklemekten vazgeçmeliydim artık. Cama iyice yaklaştım, üzerindeki tozu silmeye koyuldum. Elimin değdiği yerler saydamlaşıyor ve gün ışığı, bulduğu açıklardan sızmaya başlıyordu. Işığı yüzlerine yediklerinde vampirler gibi acı çekiyorlardı. Küçük kız, annesinin gözlerini ışıktan rahatsız olarak kapatmasını fırsat bilip, burnunu bir temiz karıştırıyordu. Yüzümü görebileceğim kadar temizledim camı. Şimdi camdaki yansımada iyice esmerleşmiş bir adam görüyordum. Kendime en son baktığımda bu kadar esmer değildim. Bu sanırım dört ya da beş gün öncesiydi, bu esmerleşmeyi burada bekleyişime borçluydum. Sabah erken saatte buraya geliyor, akşam geç saatlere kadar içeriyi izliyor ve oraya girme yolları arıyordum. İçeri girebilirdim aslında, ama dedim ya bu kırık camın içinden geçerken büyük ihtimalle yaralanacaktım. Belki şahdamarım kesilecek ve içeridekilerin ruhu bile duymadan kan kaybından ölecektim. Hoş ruhları duysa bu kez kılları kıpırdamayacaktı. Hem belki de ben içeri girdiğim anda şaplaklar maşa darbeleri ve sümüklü ısırıklarla karşılayacaklardı beni. Neden girmeliyim buraya diye sordum kendime. İçeridekiler kimdi? Ailem olma ihtimalleri var mıydı? Bu kadınlardan herhangi biriyle evli olabilir miydim? Alabildiğine esmer bir adamın bu kadar sarışın bir çocuğu olabilir miydi? 

Bunları düşünürken şöminenin başındaki kadın iki tespih böceği daha ezdi ve "onlar artık biliyorlardı" diye tekrar bağırdı. Çocuk ben de bildim der demez annesinden bu kez daha hızlı bir şaplak yedi. Sonra burada olduğum günlerde hiç olmayan bir şey oldu. Kız çocuğu da annesinin çıplak ve etli kollarına bir şaplak indirdi. Kadın büyük bir şaşkınlıkla koluna bakmaya başladı. Çocuğun parmaklarının izi, annenin bembeyaz teninde, bir süte damlamış kan damlaları gibi yayılıyordu. Kadın, vücuduna girmiş bir bıçağı çıkarır gibi temkinli izledi kolunu. Kafası yavaşça önüne düştü. Çocuk pişman olmuşa benzemiyordu, aksine gülümsemesi bütün yüzüne yayılmıştı. Böcek ezici kadın, anneye dönerek "O da artık biliyor" dedi. Üçü beraber ayaklandılar. Köşedeki sandalyelere doğru yürüdüler ve üç sandalyeye sırayla oturdular. Anne biraz sonra çocuğu kucağına aldı. Ağzı bir balığın soluk alıp verişi gibi anlamsızca açılıp kapanıyordu. Bir kaç kez, burada olsaydın keşke dedi. Boş kalan sandalyeye bakıyordum şimdi. Bana mı sesleniyordu.

İçeri girmek için ellerimi ve boynumu kırığa doğru uzattım, son olarak da kalçamı ve bacaklarımı içeri aldım. Odanın döşemeleri üstündeydim. Doğrulduğumda kanımın aktığını fark ettim. Sanırım boynumdaydı yaram. Yavaşça ilerleyip boş sandalyeye oturmaya çalıştım. Fakat bir anda kendimi sandalyede ayakta buluverdim. Boynumda kalınca bir ip vardı. Kendimi aşağı çektikçe ip boynumu sıkıyordu. Yavaşça başımı sola çevirip onlara baktım. Bana neden buradasın diye sordu anne. Çocuğu işaret edip, onun artık bildiği şey nedir dedim? Kadın yüzüme dahi bakmadı, beni dinlemiyordu artık; öyle umursamazdı ki, neredeyse, orada olmadığıma emin olacaktım. 

Çocuk annesinin kucağından atlayıp böceklere doğru gitti. Onları teker teker külün altına gömüyordu. Sonra dönüp bana baktı. Baştan beri yüzüne yansıyan o gülümseme kaybolmuştu. Gelip ayaklarıma sarıldı. Burada olmadığımızı biliyorum dedi. Boynumdaki ipten kurtulamıyordum. Resmen asılı kalmıştım. Biraz sonra çocuk büyük bir hızla odanın içinde yuvarlanmaya başladı. Kadın ara sıra maşayla çocuğu dürtüyor ve çocuk bir anda duraksayıp sonra tekrar harekete geçiyordu. Sonra büyük bir hızla üstünde asılı olduğum sandalyenin bacaklarını çarptı. O an, küllerin üstündeki böcekler büyük bir hızla hareket etmeye başladılar. Hiç biri ölmemişti demek ki. Sandalye arkamda kalmıştı. Yerde boylu boyunca uzanıyordum. Kafamı kaldırdım, etrafı kolaçan ettim. Odada tektim. Acıyla doğruldum yerden ve tüm evi dolaştım. Evde kimseler yoktu. Odaya geri döndüğümde camdaki kırığı ve yerdeki kan izlerini gördüm. Elimi boynuma götürdüm. İp değil ama kan vardı boynumda. Bu yaranın gerçek olduğuna ve hala acıdığına sevindim. Güneş camdaki kırıktan içeri doluyor ve kurumuş kanımın üstünde iştahla beslenen böceklere vuruyordu. 

*denniswarhol*

4.5.10

şeytanlamalar - I

* Herkes bir şeye inanıyor ve çokları inandığının onu kurtaracağına da inanıyor. Bir kurtarıcıya inanmak kadar akla yatkın ne var ki, nihayetinde bir korku var orta yerde duran! Her şey o korkunun rengiyle başlıyor. Koyu bir renk bazen, bazen alabildiğine açık... Korkunun bir renkle başlaması kötü bir teori belki. Belki de katlediyor tüm renkleri, kim bilir? 

* Ellerini koklarlar katillerin bilirsin, barutun kokusu kalır diye belki; bir de gözlerine bakmalıdırlar derin derin; çünkü kalmıştır retinasında, kurbanının ruhsuz kalan bedeninin düşüşü. Yırtarcasına açılır ağzı bir karganın sanki, öyle kinle söyler ki o gözler gerçeği. Ama yine de bir katili öyle kolay ayıramazsınız masumiyetten. İçini açıp bakmaktır en iyisi. İyisi, lime lime edip ruhunu, tüm korkularını gözler önüne sermektir. 

* En iç burkan şarkısı şu doğanın bir kaç ölü çocuğun ağzından çıkacak bir gün. Yalancı gölgeleriyle bakire melekler sürtünecekler melodilerin yüce dallarına. Hiç mi canınız acımadı ölürken diye sorasım gelecek çocuklara. O çocuklarla konuşabilsem de, susmam gerekecekti biliyorum. Ne ağlamaları canımı yakacak, ne gülmeleri hoşnut edecekti. Sorsam elbet acıdı diyeceklerdi. Ama sadece dinledim şarkılarını: "Azrailimiz büyüdü biz küçüldük, avuçlarınızla taşıdınız tabutlarımızı."

* Bir mahkum, kuş pisliklerini temizlemek için arka avluya çıkabiliyorsa sadece, o bok işte özgürlüğüdür onun.

* En rahat balıkçılar büker gözlerinin gördüğünü, tam ucundan ufkun mesela yok eder kocaman bir gemiyi. Kıvırır denizi koyar cebine ve başlar ertesi gün aynı yerinden zamanın.

* Kedileri seyrediyorum soğuk bir bahar günü, sevişirken uçuşan tüyleri ve titreyen minik bedenleri...

* Gamzene gömsünler beni.

*dw*

13.4.10

tanpınar

— Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatırını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler... Bugünün mahallesi artık, eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.
   

29.3.10

hayal kırılmazlığı

Her şey o kadar gerçekti ki; buradan önce ben başka bir yerde değilmişim gibi geliyordu. Gözlerinizin içinde bir yalan aradım durdum. Bunların bir karşılığı var demenizi bekledim. Ölenler boşuna ölmemişlerdi sanki ve bu yüzden ben bu denli anlamlı bakıyordum gözlerinizin içine.
Ayağımda zincirlerimle gelmiştim yanınıza, evet bahriyelerde bir ışık gibi değildi belki gözleriniz, peki ölenler gerçekten boşuna mı ölmüşlerdi? Bu kadarına bile mi cevap vermezdiniz? Oysa herkes ne çok inanmıştı kendi zaferine ve zafer sanki hep aynı şeydi hepimiz için. Kimse hayal etmezdi yenilgileri, umut hep ganimetler üzerineydi. Kötü olandan hep uzak kılındı beyinler. Kalbinizi söküp atamadınız.

Yoo, ölenler yine de boşuna ölmemiş olmalıydılar. Onca sazların tellerine vuranlar, boşuna dememişlerdi yeminlerini türkülerle. Onca kendini adamışlar farksız olmalıydı, çürüyen bedenlilerden. Öyle de olmalıydı, öyle de olmalıydı.

*dw*

18.3.10

kuşkusuz bir kadın

kırmızı parlak ve kuşkusuz bir kadın
seni ellerimin içinde gördüm
yüzünü çizdim avuç çizgilerimle
parasız kaldıkça utanmadım
cüzdanımdaki fotoğraflarını harcadım

bir hamal bir hayat kadınını sevdi o an
ben seni öptüğümde bir taş sekti bir kaç kez
bir su birikintisinde, ağır yüklüydü gözlerin
o kadın o adama yük olmadı hiç dedim
ve o kadına elini sürmedi o adam

bir aşk daha çıktı bir namlunun ucundan
o an eğildi bir katil tüm acı çekenlerin önünde
düşmüşlüğü ve yırtık çoraplarıyla bir hayat kadını
bir tanrı gibi uzattı ayaklarını

ben seni öptüğümde indi bir balta
kırışık boynuna bir işe yaramazın
gözlerinin yükünü hamalın sırtına döktün
tüm sinirlerimiz boşaldı göbeğine dünyanın

"denniswarhol"

12.2.10

yıkanınca

Seni ellerimi yıkamadan sardım. Tüm kiriyle bedenimin çırçıplaktım karşında. Çıkardığım yırtık elbiselerimi sordun, köpekler parçaladı dedim sana gelirken. Sen de tehlikeliydin çünkü sokağın da. Her köşesini besmeleyle döndüm yolların. Çıngıraklı zilini değil kalbimin gümbürtüsünü duyup açtın kapıyı. İlk yüzünü gördüm tahta kapının ardında. Gülmüyor, üzülmüyor, kızmıyor, acımıyordun. Sonra tüm bedenin içime girdi. Artık eve girmek de gerekmiyordu. Kapılar açık, pencereler açıktı. Dışarısı nasılsa içerisi de öyleydi anlayacağın. Bir ev ne ile ayrılırsa sokaktan biz onları yıkıyorduk. Seni öpmeye başladım, yüzünden başladım öpmeye önce. Unutmayaydım yüzünü anlatırdım şimdi ilk neresini öptüğümü. Dudaklarını öptüm sonra, dudaklarını yüzünden ayrı saydım hep. Onlar bir başka cumhuriyet, bir meyvenin içinde başka bir meyve gibiydi. Kirli tırnaklarımı boynuna geçirdim büyük bir samimiyetle. Acıdan açılan dudaklarından şimdi sıcak rüzgarlar esiyordu. Ruhumun lodosu bana yağmurlar getiriyordu. Kıyısında oturduk sonra bir sigaranın, ağzımızda bir deniz manzarası. Kimse içmiyordu ama yanıyordu köküne doğru. Bir ömrün doğuşunu seyredecektik o gün o kıyıda. Dizlerimizi güneş, kirliliğimizi duru sular yunacaktı. Ben temizlenmek istemiyorum dedim yüksek sesle, istiyorum ki kirli kalayım, kokayım ve kırılsın burun direkleri insanların. Bundan dolayı işte mahkum edileyim yalnızlığa. Bundan işte sarıldım sana ellerimi yıkamadan ve bir dua eşliğinde yıkanıncaya kadar da bu yüzden kirli kaldım.



*dw*

25.1.10

aforizma

*Kadın erkeğine, erkek de kadınına bir diğerinden vazgeçebilme gücünü verir.

*Kendini öldürmek için karnına dayadığı bıçağın rengini bana sorduğunda, birazdan kırmızı olacak ne önemi var dedim.

*Yaşam saçlarını siyaha, ölümse beyaza boyuyor.

*Acı hemen hemen hiç çıkmaz hayatımdan, onunla sevdim onu sevdim. Onu sevmek için yaşadım.

* Karnında bıçağı gördüm ve ne yaptığını sordum, bana bıçağın rengini sordu.

* Bir tek yaşlılar intihar etme hakkına sahip değildir. Çünkü onlarınki dürüstçe değildir.

* "Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum, oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum"


*dw*

23.1.10

doğum günü

R.W tertemiz yatağı yerine, döşemenin üzerinde uyandığında, saat henüz sabahın erken saatleri idi. Şaşırmadı, çünkü bu haftalardır böyleydi. Gece geç saatlere kadar düşünceler içerisinde yuvarlanıyor, kimi zaman arkadaşları için ama çoğu zaman da kendisi için dertlenip duruyor, derken nasıl olduğunu anlamadığı bir uykuya dalma hali oluyor, deyim yerindeyse sızıyordu. Düşüncelerinin şiddetinden olsa gerek, son iki gündür yatağının dışına taşmaya başlamıştı. Dün gibi bugün de yatağının bir kaç karış uzağında boylu boyunca yerdeydi.Kafasını yavaşça kaldırdı, karanlıkta kedisinin korkudan büyümüş göz bebekleriyle karşılaştı. Onu ürkütmeyi gerçekten istemezdi, ona adıyla yumuşakça seslenerek rahatlatmaya çalıştı.

Winy, winy bak benim. Sadece gözlüğümü düşürdüm winy, karanlıkta bulmak zor oluyor biliyorum ama benim işte winy. Wİny sakinleşmek bir yana iyice ürkmüş bir halde dolabın altına saklandı. Salak kedi diye düşünerek doğruldu. Bir arkadaşı geçen sene tam da bugün getirmişti onu. Aldığı en güzel şeydi o gün. Onu seviyor ve fakat winynin kendisinden korkmasını bir türlü engelleyemiyordu. Kendisinden korkulmasından da nefret ediyordu. Çünkü bunun çok uzun olan boyu ve buna paralel çok zayıf olan vücudundan kaynaklandığını düşünüyordu. R. nin boyu 2 metrenin üstündeydi. Winy onu her gördüğünde önce onu baştan aşağı süzüyor ve bir kenara siniyordu. Ürktüğü açıktı ve bu yüzden defalarca evden kaçma girişimleri olmuş ve bir keresinde sabah vakti camın önünde oturan Wİny, R.W nun güneşe bakarak bedenini germesinden ödü koparak camdan aşağı atlamıştı. Bereket aşağıdan geçen bir kum dolu kamyonun içine düşmüş ve sağ kurtulmuştu.. Şimdi winynin korkmaması için içeriyi aydınlatmak düşüncesi saçma geldi ona. Ama bu kez ürken kendisiydi. Işığı açmak için bir kaç adım yürümesi gerekti.
Doğruldu, ama bu kez odasında iki ayrı ışık olduğunu anımsadı. Ya sağa üç büyük ve sonra sola bir yarım adım atarak kapının hemen yanındaki anahtara ulaşacak ya da biraz önce üstünden düştüğü yatağının etrafından veya üstünden aşarak komidinin üstündeki abajura ulaşacaktı. Uzak olan ışığın daha büyük bir aydınlatma yaratması değil ama abajurun yatakla ilgili olması onu sağa doğru üç büyük adım atmaya itti. Çünkü şu anda üstünden atıldığı yatak gerçek bir muammaydı. İlk adımı attığında dolabın altından ortalığı kolaçan eden kedinin gözleri görüldü. İkinci adımda kafasını alçak olan (gerçi pek alçak sayılmazdı)avizeye çarptı. Üçüncü adımda ise ayağının altında kırılan bir şey fark etti. Bu muhtemelen gözlüğüydü. Sonra sola bir yarım adım attı, şimdi elleri ve gözleriyle lambanın anahtarını arıyordu, elini duvarın soğuk yüzeyinde bir hayli gezdirdi. O da ne! Ortada anahtar denebilecek hiç bir şey yoktu. Sadece pürüzlü ve insanın genzini yakan kireç kokusuyla bir sade duvardı bu. Yanılmış olması mümkün değildi. Tam kapının yanında duruyordu o düğme ve aylardır içeri her girişinde sağ kolunu ezbere uzatır ve ışığı açardı. Ama şimdi yoktu işte. Sonra bir an aklına, karanlığın bir oyunu olarak kapının yanına değil de, bir pencere veya bir dolap dibine gelmiş olabileceği geldi. Diretmekten vazgeçip diğer ışığa yönelmeliydi. Şimdi büyük bir hızla gerisin geri yatağının yanına dönüyordu, abajurun yaldızlı püskülleri sayesinde ışığa ulaşabilecekti. Şimdi abajurun yanına sadece bir adım kalmıştı. Ellerini abajura uzattığında elinin ıslak ve yapışkan bir şeyin içine girdiğini fark etti. Sonra bunun ne olduğunu anlamak için ellerini yüzüne götürecekken, bir güç onu hızla aşağı çekti.

R.W şimdi yerdeydi, saşkın ve nefes nefeseydi. Onu alaşağı eden bu şey neyse, hala kuvvetle sarsıyor ve bitmek tükenmez bir süreklilikle yatağın altına doğru çekmeye çalışıyordu. O ise bir yandan winynin gözlerine takılmış ondan dahi yardım istiyor bir yandan da halıya dişlerini tırnağını kazımış bu güce karşı tutunmaya çalışıyordu. Korku o kadar büyüktü ki çığlık atacak kadar bile soluğu kalmamıştı. Hem çığlık atsa da onu duyacak kimse olmadığına emindi. Sadece şu yaşlı Benjamin. O da aşağı inene kadar, yeni bir ölünün mezar üstünü bin bir çeşit ot bürürdü.

Sonra birden tüm bu şaşkınlığı bir kenara bırakıp, olanı biteni anlamaya çalıştı. Şimdi ne artan ne de azalan fakat devamlı aynı güçle onu emen bir vakum gibiydi berideki ve kendisinin şu çok sevdiği kadife pantolonunun büyük askıları sayesinde rahatlıkla zapt edildiğini fark etti. Ama bu pantolonu bir takım mandal ve bir leğene değişmemiş miydi ihtiyar Benjamin? Hem ne yani pijamasını giymemiş miydi? Öyle sokaktan girdiği gibi yatağa mı bırakmıştı kendini mandal parası pantolonla. Hiç olacak iş değil dedi kendi kendine. Ben; yatakta; pantolonla hem de siyah; kadife! Olacak iş değil!
Bunları bir dakika düşündü ve şimdi yavaş yavaş gücün istikrarına yenik düşerek kaymaya başladı ve kalçasına kadar yatağın altına çekildi. Fakat buradan sonra yatağın diğer yanından çıkması gerekti. Bu düşünce onu rahatlatmıyor fakat tahminde bulunabileceği bir durum onu normale yakınlaştırıyordu. İki metreyi geçen boyu ve yatağın bir buçuk metrelik eni bunu gerektiriyordu. Biraz sonra kazın ayağının hiç de öyle olmadığını anladı. Hissettiği kadarıyla bu gittiği yer yatağın diğer yanı değil hala altıydı. O bu düşünceyle irkilirken birden bir ses işitti.
-Unuttular beni, unuttular beni....

Sürekli aynı tonlamayla devam eden bir müzik gibiydi bu iki kelime. Devam ediyor devam ediyordu. R.W bu sesi hemen tanıdı. Tanıdığında da gerçekten ürkmüştü. Çünkü düpedüz kendi sesiydi bu. Ve hemen ayaklarından onu tutan o şeyden geliyordu. Korkunun süresi uzadıkça cesaret ortaya çıkmıştı. R.W. artık dönüp arkaya bakmanın zamanı geldiğini düşündü. Bir yandan pantolonuna asılan el, bir yandan kendisine ait bir ses. Hepsi arkadaydı. Hepsi arkada kalmıştı.

Ağır ağır ve gözleri kapalı döndü, gözlerini açtığında Benjamin karnının üzerinden ona bakıyordu. Elinde winy nin tüyleri vardı. Ellerini pantolonundan çekti, kafasını yatağın altından çıkardı. Aynı hızla beriki de çıktı yatağın altından. Işık şimdi açıktı. Etrafta onlarca insan vardı ve hepsi ona bakar durumdaydı. Hepsinin yüzünde birbirine benzer bir gülümseme ve yüz kasılması mevcuttu.
Unutmadık seni R. dedi kızıl saçlı güzel olanı, yeter ki kaçma bizden.

R.W pantolonunu düzeltti, ellerine ayaklarına dökülmüş krema ve çikolatayı fark etti. Gözlükleri kırılmış ve winy dolaptan bir türlü çıkarılamamıştı. Elindeki erimiş çikolatayı yaladı. Sonra kalabalığa karıştı. Bir köpeğin kendi aletini yalayarak, temizlenmesi ve sonra toza toprağa severek ve boylu boyunca uzanması gibiydi yaptığı.



*Dennis Warhol*

19.1.10

kahve içenin hikayesi

Kafenin merdivenlerinde oturuyordu. Kitap okur gibi bir incelikle kahvesinin içine dalmıştı gözleri. Sigarasıyla kitapta kaldığı yeri imledi beni fark ettiğinde. Tüm soğuğa rağmen içeri girmek istemediğim nadir anları hep onunla yaşayacağıma emindim. İşte yanında kaldım yine. Bi yudum içmez misin dedi. Aldım kahvesini içine tükürüp ona geri verdim. Teşekkür ettim ve elimden aldığı kahveyi bir dikişte bitirmesini izledim. Lanet olsun, neden bu kadar kızgınken hala yanındaydım.

O gece dışarıdaki havanın korkusundan, botlarımı her zamankinden daha sıkı bağlamıştım. Deri ceketim dışarı çıkar çıkmaz üzerimde taş kesmişti. Kafama üst üste geçirdiğim iki bere az duymama neden olsa da üşümemi engellemek için birebirdi. Onu evinde bulmak benim için en ideal olanıydı. Çünkü sokaklarda onu aramak ciğerlerim için bir çöküşün başlangıcı olabilirdi. Öncelikle yanmayan ışıklar karşıladı beni, sonra açılmayan kapı. Evde değildi. Bahçe kapısına doğru yürüdüm, bu sırada sokakta cirit atan bir kaç köpek geçti yanımdan. Ellerimi ceplerime koydum aceleyle. Geldiğim yöne doğru yürüdüm. Onu bulamamak her seferinde içime oturuyordu. Sanki orada olması en doğal olan ne hava ne gökyüzü ne o ev ne o bahçeydi. Orada olması en doğal olan şey onun ta kendisiydi. Olmayışı bana bu yüzden bu kadar çok acı veriyordu galiba.

Sigarasını uzattı bu kez. O sigaradan içmediğimi bilirdi. Yine de alacağımı da bilirdi. Bu kadar acıya evet demişken...

Sokağın sonuna geldiğimde bir kez daha geri baktım. Evi görebildiğim kadarıyla hala bir hareket yoktu içinde ya da dışında. Kalbimin sesini duyabileceğim bir sessizliğe doğru yürüdüm, biraz hızlı... Onun sokağı tam gözden kayboluyor derken, sokağa giren bir araba beni şüphelendirdi. Sonra bir fren sesi geldi. Gerisin geri döndüm, hızla sokağa yöneldim. Ortada araba falan yoktu ama yerde kanlar içinde bir köpekti gördüğüm. Şimdi evinin ışıkları da yanıyordu. Köpeğe doğru eğildim;
- Bu kadar kızgınken sana, neden yanındayım hala, dedim kanlı gözlerine bakarak.



*dw*

8.1.10

düş-eş

Onlarla konuşuyordum ben de, evet martılarla... İnsanlar hep merak ederdi; Duyduk ki martılar sana fısıldıyorlarmış diye diye başımın etini yediklerinde onları da götürürdüm beraber.. Ama bu kez martılar kafamın üzerinde dolaşıp dolaşıp giderdiler. Hatta çoğu kez o yanımdakilerin üzerlerine pislediler olancasıyla.. Ama sen onlarla konuşmuşsun ve ben de oradaymışım dediğine göre...

Martılardan kaçtım! Neden mi? Çünkü ölümü kabullenemediler onlar. Ondan kaçmak için yükseldiler son kez göğe.

Sonra, balıklarla beraber oldum denizlerde. Beni sırtlarında taşıdılar hep ve hiç değmedi suya vücudum. Sen bu denizin içine daha giremezsin dediler. Girdim sanıyordum ama hayır dedi balıklar. Seninki bir düş bile değil. Nasıl girebilirsin ki düş olmadan. Ben girmek zorundayım o denize dedim ve ayrıldım onlardan da.

Kafam önümde yürürken bir ıslık işittim. Sonra fark ettim ki benim ıslığım bu. Bir başkasının ağzında, sonra bir başkasının daha sonra onlarcasının yüzlercesinin. İki elimle sıkıca kapatıp ağzımı bir harabeye girdim. Orada beni bulamazlardı ve seslerini de işitmezdim. Bir an seni gördüm orada sanki tek başına gibiydin. Konuşuyordun ama nutuk atar gibiydin.

- Ben diyordun kaçmam ondan, göğe yükselerek neden zaman kaybedeyim ki.
- Evet dedim, çünkü yer çekimi kazanır her zaman

Sonra bana döndün sinirlice ve tuttun iki kolumdan, kolların sanki benimkiler olmuşlardı. Attın beni hızlıca o su birikintisine. Buradan başlamalısın dedin yaşamı öğrenmeye.

Ama belki göremedin o an.. Ben zaten kendi içimdeydim sincap. Ben o an denizdim.



*dw*