22.11.11
öpücük balığı - atilla atalay
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..
-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..
Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..
-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..
Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..
Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba.. Kuruyemişçilerde var mıdır?
-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..
Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra, sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..
Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.
Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım lan ben.. Bariz manyağım..
“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama.. ”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”
Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş” olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..
Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..
Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..
Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..
Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki..
Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız.. Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..” Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki” derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”
Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..
“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine “gitme” derdi..
“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..
Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak “dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte.. Gitme..”
Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim.. Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..
“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam.. MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var gözlerimin..
Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?.. Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız..” Nefes nefese sustum..
“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”
***
Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..
Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm! Haramiler..
Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur görmüyor, kimse görmüyor..
Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..
Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..
Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor..
13.11.11
Buz Adam
Haruki Murakami'den:
Bir Buz Adamla evlendim. Onunla ilk kez, kayak merkezindeki bir otelde karşılaştım, zaten Buz Adamla karşılaşmak için en uygun yer bir kayak merkezi olsa gerek.Otelin lobisi kendi hallerinde eğlenen genç insanlarla doluydu ama Buz Adam, şöminenin en uzak köşesinde tek başına oturmuş sessizce kitap okuyordu. Öğlene doğru olmasına rağmen kış sabahının soğuk güneş ışığı kıpırdaşıyordu hala.
“Bak, şuradaki bir Buz Adam” diye fısıldadı arkadaşım.
O ana dek Buz Adamın ne olduğuna dair bir fikrim bile yoktu. Arkadaşımın da yoktu gerçi.
Buzdan yapılmış olmalı ki, o yüzden Buz Adam diyorlar diye devam etti ciddi bir ifadeyle arkadaşım; sanki bir hayaletten ya da bulaşıcı hastalıktan bahsediyor gibiydi.
Buz Adam uzun boylu idi, genç görüntüsüne rağmen, diken gibi duran kalın saçlarına serpili aklar erimemiş kar tanecikleri görüntüsündeydi. Elmacık kemikleri buz tutmuş taşlar gibi oldukça belirgin, parmakları hiç erimeyen donla kaplı gibiydi. Yine de Buz Adam sıradan bir insanı andırıyordu. Yakışıklı denemezdi ama çekici bir tip olabilirdi nasıl gördüğünüze bağlı olarak. Her şeye rağmen bildiğim tek şey ondaki bir şeyin beni kalbimden bağladığı idi; her şeyden çok gözlerindeki bir şeyin. Bakışları tıpkı kış sabahları buz sarkıtları arasından geçen ışık gibi sessiz ve saydamdı. Yapay bir bedenin tek yaşam pırıltısı bu bakışlardı.
Orada, uzak bir köşeden, durup bir süre izledim Buz Adamı. Kafasını kaldırıp bakmadı. Öylece, kıpırdamadan oturup, sanki etrafında kimse yokmuş gibi kitabını okumaya devam etti.
Ertesi sabah aynı yerde ve yine önceki gibi kitap okuyordu. Öğle yemeği için restorana gittiğimde, akşam arkadaşlarla kayaktan döndüğümde, o, hala orada, bakışları aynı kitabın sayfaları üzerindeydi. Ertesi günde değişen bir şey yoktu. Güneş batıp gecenin geç saatleri geldiğinde pencereden seyredilen sessiz bir kış manzarası gibi hala oturuyordu koltuğunda.
Dördüncü günün öğle sonrası, kayağa gitmemek için birkaç bahane uydurdum. Otelde tek başımaydım, lobide dolaştım biraz, hayalet kasaba gibi bomboştu. İçerdeki hava sıcak ve nemliydi, insanların ayakkabıları ile getirdiği kar şöminenin önünde eriyip içeriyi tuhaf bir kar kokusu ile kaplıyordu. Dışarıyı seyrettim, bir iki gazeteyi karıştırdım ve tüm cesaretimi toplayıp Buz Adama doğru yürüdüm ve onunla konuştum.
Eğer konuşmak için iyi bir nedenim yoksa yabancı birisiyle konuşurken utanırım, zaten çoğu zamanda tanımadığım insanlarla konuşmam. Ama neden bilmiyorum, buzadamla konuşmak zorunluluğu içinde hissettim kendimi. Oteldeki son gecemdi ve içimden bir ses bu şansımı da kullanmazsam bir daha onunla hiç karşılaşamayacağımı söylüyordu.
“Kayak kaymıyor musunuz?” diye olabildiğince sıradan bir şekilde sordum.
Yavaşça başını, sanki uzakta bir gürültü duymuş gibi, benden yana çevirdi ve o bakışlarla bana baktı. Hafifçe başını salladı. “Ben kayak kaymam.” dedi. “ Burada böyle oturur, kitap okuyup karı seyrederim.” Sözcükleri tıpkı çizgi romanlardaki konuşma balonları gibi havada beyaz bulutlar gibi duruyordu. Havada asılı duran bu sözcükleri don tutmuş parmağı ile dağıtana kadar inanın görebiliyordum.
Nasıl karşılık vereceğimi bilmiyordum. Yüzüm kızarmış bir şekilde öylece durdum. Gözlerime baktı ve hafifçe gülümsedi.
“Oturmak ister misin?” dedi. “Beni merak ediyorsun , değil mi? Buz Adam nasıl bir şey bilmek istiyorsun.” Sonra da güldü. “Rahat ol, endişelenecek gerek yok. Sırf benimle konuştuğun için üşütmezsin.”
Lobinin köşesindeki divanda yan yana oturup camdan dışarıdaki dans ederek düşen kar taneciklerini seyrettik. Ben sıcak bir çukulata ısmarlayıp içtim; buz adam ise hiçbir bir şey istemedi. Sohbet etmekte benden bile iyi olduğu söylenemezdi. Sadece bu değil, konuşacak ortak bir konu bile bulamadık aslında. Başta biraz havalar hakkında konuştuk. Sonra da otel hakkında. “Burada tek başınıza mısınız?” diye sordum.
“Evet” dedi. Benim kayağı sevip sevmediğimi sordu. “Pek değil” dedim. “Sırf arkadaşlarımın ısrarı üzerine geldim. Aslında çok nadir kayarım.”
Bilmek istediğim çok şey vardı. Bedeni gerçekten buzdan mı oluşuyordu? Ne yerdi? Yazın nerede yaşardı? Ailesi var mıydı? Buna benzer şeyler. Ama, Buz Adam kendinden hiç bahsetmiyordu, ben de böyle kişisel soruları sormaya çekindim.
Tersine, Buz Adam benden bahsetti. Biliyorum, inanması zor ama, bir şekilde hakkımda her şeyi biliyordu. Ailemdeki kişileri, yaşımı, hoşladığım ve hoşlanmadığım şeyleri, sağlık durumumu, okuduğum okulu, görüştüğüm arkadaşlarımı hep biliyordu. Hatta uzun zaman önce başıma gelen ve çoktan unutmuş olduğum şeyleri bile bildi.
“İnanılır gibi değil” dedim çarpılmış halde. Yabancı birinin önünde çırılçıplak hissettim kendimi. “ Nasıl olur da hakkımda bu kadar şey bilebiliyorsunuz? İnsanların aklını mı okuyabiliyorsunuz?”
“Hayır, insanların aklını okuyamam, ya da buna benzer şeyleri bilemem. Sadece biliyorum.” dedi usulca. “ Sadece biliyorum Sanki buzun derinlerine bakıyormuşum gibi sana baktığımda da seninle ilgili şeyler net bir şekilde görünürleşiyor.”
“Geleceğimi görebiliyor musun?” diye sordum.
Yine usulca “Geleceği göremem.” dedi. “Gelecekle hiç ilgim de yoktur. Daha açık olmak gerekirse, gelecek diye bir kavram yoktur bende. Bu yüzden buzun geleceği olmaz. Sahip olduğu tek şey içine sakladığı geçmiştir. Buz sahip olduğu şeyleri sanki hala yaşıyorlarmış gibi çok temiz, canlı ve net bir şekilde muhafaza etme gücüne sahiptir. Buzun özü budur.” dedi.
“Ne güzel” dedim gülümseyerek. “Bunu duymak beni rahatlattı. Çünkü doğrusunu isterseniz geleceğimin nasıl olduğunu bilmeyi hiç istemem.”
Kente döndükten sonra da birkaç kez karşılaştık. Derken çıkmaya başladık. Gerçi ne sinemaya gidiyorduk ne de bir kafeye. Yemeğe bile çıkmadık. Buz Adam sözü edilmeyecek kadar az yemek yerdi. Bütün bunların yerine parkta bir banka oturur Buz Adamın kendisi dışında her şeyden konuşurduk.
“Bunun nedeni ne?” diye sormuştum bir seferinde “Niye hiç kendinden bahsetmiyorsun? Hakkında daha çok şey bilmek istiyorum. Nerede doğdun? Ailen nasıl kişiler? Nasıl oldu da bir Buz Adam oldun?”
Yüzüme bir zaman baktı ve ardından başını salladı. “ Bilmiyorum.” dedi usulca, beyaz sözcükleri havaya üfleyerek. “Başka her şeyin geçmişini biliyorum oysa. Ama benim bir geçmişim yok. Ne nerede doğduğumu, ne de ailemin nasıl kişiler olduğunu bilmiyorum.Bir ailem var mı onu bile bilmiyorum. Kaç yaşındayım bilmiyorum. Bir yaşım var mı, onu da bilmiyorum.”
Buz Adam karanlıkta bir aysberg kadar yalnızdı.
İşte bu Buz Adama sırılsıklam aşık olmuştum. Beni, sanki hiç geleceğim yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordu. Ben de karşılık olarak onu, hiç geçmişi yokmuş gibi şimdiki zaman içinde seviyordum. Derken evlilik hakkında konuşmaya başladık.
Daha yirmime yeni girmiştim ve Buz Adam gerçekten sevdiğim ilk kişiydi. O zamanlar bir Buz Adamı sevmek ne demek hayal bile edemiyordum. Aslında normal bir kişiye aşık olsaydım bile sanırım yine de aşk hakkında daha net bir fikrim olmazdı.
Annem ve ablam kesin bir şekilde bu evliliğe karşı çıktılar. “Evlenmek için daha çok gençsin” dediler. “Bunun yanında, hakkında tek bir şey bilmiyorsun. Nerede, ne zaman doğduğunu bile bilmiyorsun. Böyle biriyle evleneceğini akrabalarımıza nasıl anlatırız? Dahası, söz konusu kişi bir Buz Adam, ya ansızın erir giderse ne yapacaksın? Evlilik demek gerçek bir bağlılık demektir, bunu anlamıyorsun.”
Endişeleri gereksizdi aslında. Bir kere, Buz Adam gerçekte buzdan yapılmamıştı. Ne kadar sıcak olursa olsun erimesi diye bir şey söz konusu değil. Buz Adam denmesinin nedeni, bedenin buz kadar soğuk olması, ama buzdan yapılmış değil ki. Ve bu soğukluk, insanların sıcaklığını alan türden soğukluk da değil.
Sonunda evlendik. Kimse evliliğimizi kutsamadı, arkadaşlarımız, akrabalarımız sevinmedi. Tören yapmadık, karısı olarak adımı onun nüfus kütüğüne kayıt ettirmeye sıra geldiğinde kaydının olmadığını gördük. Biz de, ikimiz, kendi kendimizi evli kıldık. Küçük bir pasta alıp yedik. Sade düğün törenimiz buydu.
Küçük bir daire kiraladık, Buz Adam et deposunda çalışıp geçimimizi sağlamaya başladı. Ne kadar soğuk olursa olsun fark etmezdi onun için ve ne kadar çok çalışırsa çalışsın hiç yorulmazdı. İşvereni bundan çok memnundu ve ona diğer işçilerinden daha çok para veriyordu. İkimiz, kimseyi rahatsız etmeden, kimsece rahatsız edilmeden mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyorduk.
Buz Adam benimle seviştiği zaman gözümün önüne bir yerlerde yalnızlık içinde varolduğundan emin olduğum bir buz parçası geliyordu. Buz Adamın bu buz parçasının nerede olduğunu bildiğini sanıyordum. Taş sertliğinde donmuştu, o kadar sert ki daha sert bir şey düşünemiyordum. Dünyadaki en büyük buz parçasıydı.Uzaklarda bir yerdeydi; ve Buz Adam bu buz parçasının hatıralarını bana ve dünyaya ulaştırıyordu. İlk seviştiğimizde aklım karıştı. Ama daha sonra alıştım buna. Hatta onunla sevişmekten hoşlanmaya başladım. Geceleri, sessizce içinde dünyanın yüz milyonlarca yıllının geçmişini barındıran o büyük buz parçasını bölüştük.
Evliliğimizin sözü edilebilecek hiçbir sorunu yoktu. Birbirimizi tutkuyla sevdik ve aramıza hiçbir şey girmedi. Bir çocuğumuz olsun istiyorduk ama pek de mümkün görünmüyordu. İnsan geni ile Buz Adam geni kolayca uyuşmadı. Biraz da çocuğumuz olmadığı için bolca boş zamanın vardı. Sabahtan tüm ev işlerini bitiriyor, geriye gün boyunca yapacak bir şey kalmıyordu. Konuşacak, dışarıya çıkacak bir arkadaşım yoktu, komşularımla da hiç ilişkim olmadı. Annem ve ablam Buz Adamla evlendiğim için hala bana kızgındılar, beni görmek adına hiçbir adım atmadılar. Aylar geçmesine rağmen, etrafımızdaki insanlar zaman zaman onunla konuşmaya başlamış olsalarda, kalplerinin derinlerinde ne onu ne de onunla evlenmiş beni hala kabullenemiyorlardı. Onlardan farklıydık ve üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin aramızda bir ilişki kurulamıyordu.
Buz Adam işteyken, evde tek başıma oturuyor, kitap okuyor, müzik dinliyordum. Evde oturmayı yine de tercih ediyordum, yalnız kalmaya aldırmıyordum.Ama gençtim ve hergün aynı şeyleri yapmak giderek beni rahatsız etmeye başladı. Rahatsız eden can sıkıntısı değil, tekrarlayışlardı.
Bu yüzden bir gün Buz Adama “ Bir yerlere bir geziye çıkmaya ne dersin, değişiklik olur hem?” diye sordum.
“Geziye mi?” dedi. Gözlerini kısıp bana baktı. “ Niye çıkacakmışız ki? Burada benimle olmaktan mutlu değil misin?” dedi.
“Ondan değil” dedim. “Mutluyum.Ama canım sıkılıyor. Uzak bir yerlere gitmek ve daha önce görmediğim şeyler görmek istiyorm. Bir hava değişiliği yaşamak istiyorum.Anlıyor musun? Ayrıca, balayına bile çıkmadık. Biraz birikmiş paramız var, zaten yıllık iznin de yaklaşıyor. Biraz uzaklaşıp, kafamızı dinlemenin tam zamanı değil mi sence?”
Soğuk bir iç geçirdi Buz Adam, havada kristalleşip, tınladı içgeçirişi. Uzun parmaklarını dizlerinin üstünde sıktı. “Pekala, madem bu kadar çok istiyorsun, hiç itirazım yok. Eğer seni mutlu edecekse istediğin yere gitmeye varım. Peki nereye gitmek istediğini biliyor musun?”
“Güney Kutbu’nu görmeye ne dersin?” dedim. Güney Kutbu’nu söyledim çünkü buzadamın soğuk bir yerlere gitmek hoşuna gider diye düşünüyordum. Dürüst olmak gerekirse, ben de hep oraya seyahat etmek istemişimdir. Yakalı bir kürk giymek, penguen sürülerini ve kutbun havasını görmek istemişimdir hep.
Bunu duyduktan sonra, kocam gözünü bile kıpırdatmadan gözlerimin içine öyle bir baktı ki, sanki buz sarkıtları gözlerimden başımın arkasına kadar delip geçiyormuş gibi hissettim.Bir zaman sessiz kaldı ve sonunda ışıldayan bir sesle: “Pekala, eğer isteğin buysa, tamam, Güney Kutbu’na gidelim. Gerçekten istediğinin bu olduğuna eminsin, değil mi?” dedi.
Hemen yanıt veremedim. Buz Adam’ın bakışları beni uyuşturacak denli beynimin içindeydi. Sonunda başımı sallayabildim.
Zaman geçtikçe nedense, Güney Kutbuna gitmek fikrini açtığımdan dolayı yavaş yavaş pişman olmaya başladım. Niye, bilmiyorum, bana öyle geliyordu ki, ‘Güney Kutbu’ der demez kocamın içinde bir şeyler değişmişti. Gözleri sertleşti, soluğu iyice beyazlaştı ve parmakları daha bir buzlandı. Artık benimle fazla konuşmuyordu ve yemek yemeyi tamamen bıraktı. Tüm bunlar beni korkutuyordu.
Yola çıkmaya beş gün kala cesaretimi topladım ve “ Güney Kutbu gezisini unutalım” dedim. “Şimdi düşünüyorum da, orası sağlığımızı bozacak kadar soğuk olacak. Onun yerine şöyle sıradan bir yere gitmemiz daha mantıklı. Avrupa’ya ne dersin? İspanya’ya gidip gerçek bir tatil yapalım. Şarap içer, paella yer, boğa güreşlerini seyredebiliriz, ya da bunun gibi şeyler.”
Ama kocam anlattıklarımı dinlemiyordu. Birkaç dakika boşluğa baktı öylece. Ardından da, “ Hayır, hele İspanya’ya tamamen hayır. İspanya benim için çok sıcak. Çok tozlu, yemekleri de fazla baharatlı. Ayrıca, ben Güney Kutbu için biletleri aldım bile. Senin için kürk ve yünlü botlar da aldık. Bütün bunlar boşa gidemez. Bu kadar hazırlıktan sonra gitmemezlik edemeyiz.” dedi.
Gerçek şu ki; korkmuştum. Sezgilerim bana eğer Güney Kutbu’na gidersek bir daha düzeltemeyeceğimiz bir şeyler olacağını söylüyordu. O korkunç düşü defalarca görüyordum. Hep aynı düştü: Yürüyüşe çıkıyor ve buzda açılmış büyük bir çukura düşüyordum. Kimse bulamıyordu beni ve donmaya başlıyordum. Buzun içinde kısılı kalmış öylece gökyüzüne bakıyordum. Bilincim yerindeydi ama hareket edemiyordum, parmağım bile oynamıyordu. Yavaş yavaş bir geçmiş olmaya başladığımı fark ediyordum. İnsanlar bana, yani dönüşmüş olduğum şey her neyse, baktıkça geçmişe bakıyorlardı. Ben onlardan geriye doğru uzaklaşan bir görüntüydüm.
Bu düşten uyandığımda Buz Adamı yanımda uyurken buluyordum . Nefes almadan uyurdu hep, ölü bir adam gibi.
Ama Buz Adamı seviyordum. Ağlamaya başladım, gözyaşlarım yanaklarına akıp onu uyandırdı. Beni kollarına aldığında sadece “Kötü bir düş gördüm” dedim.
“Sadece kötü bir düştü.” dedi. “Düşler geçmişten gelir, gelecekten değil. Düşler seni değil, sen düşleri kuşatırsın. Anlıyor musun?” dedi.
“Evet” dedim ama yine de ikna olmamıştım .
Geziyi iptal ettirecek iyi bir bahane bulamadım ve sonunda ben ve kocam Güney Kutbu uçağına bindik. Hosteslerin ağzını bıçak açmıyordu. Pencereden dışarıyı seyretmek istedim ama bulutlar o kadar yoğundu ki, hiçbir şey göremiyordum. Bir zaman sonra, pencerem bir buz tabakası ile kaplanmıştı. Kocam sessizce kitabını okuyordu. Tatile gidiyor olmanın heyecanını duymuyordum. Bir süreçten geçiyor ve çoktan kararlaştırılmış şeyleri yapıyordum.
Uçağın merdivenlerinden inip Güney Kutbu’na adım attığımızda kocamın bedeninin sendelediğini hissettim. Göz açıp kapayıncaya dek sürmüştü bu sendeleme, yarım saniye kadar, yüz ifadesinde bir değişiklik olmamıştı, ama ben bu olayı görebilmiştim.Buz Adamın içinde bir yerlerde gizli, şiddetlice bir şeyler sarsılmıştı. Durdu ve gökyüzüne baktı, ardından da ellerine.Derin bir soluk aldı. Sonra bana baktı ve anlamlı bir şekilde güldü. “Gelip gezmek istediğin yer burası mıydı?” dedi.
“Evet” dedim. “Burası.”
Güney Kutbu umduğumdan öte yalnız bir yerdi. Hemen hemen yaşayan kimse yoktu. Küçük, özelliği olmayan bir kasaba, kasabanın da yine tabiî ki herhangi bir özelliği olmayan küçük bir oteli vardı. Güney Kutbu turist güzargahı değildi. Bir tane bile penguen yoktu. Güney Kutbun o ünlü ışıklarını göremiyordum. Ne ağaçlar vardı, ne çiçekler, ne de bir nehir veya su birikintisi. Gittiğim heryerde buz vardı sadece. Gözümün örebildiği heryer uzadıkça uzayan bomboş bir buz tabakası idi.
Kocam ise oradan oraya sanki hiç yeterli değilmiş gibi heyecanla yürüdü durdu. Yerel dili çok çabuk öğrendi ve kasaba halkıyla hep sert bir çığ gürültüsü sesiyle konuşuyordu. Onlarla ciddi bir yüz ifadesiyle saatlerce ne hakkında olduğunu bilmediğim şeyler konuştu. Kocamın beni yüzüstü bıraktığını, kendi başımın çaresine kendim bakmam gerektiğini hissediyordum.
Orada, o kalın buzla çevrili dilsiz dünyada sonunda tüm gücümü kaybettim. Azar azar, kaybettikçe kaybettim. Sonunda, kızgın olacak gücü bile artık bulamadım kendimde. Sanki duygularımın pusulasını bir yerlerde kaybetmiştim.İçine düştüğüm yolu, zamanın akışını ve var olduğum hissini tamamen kaybetmiştim. Bunun ne zaman başladığını ne zaman bittiğini bilmiyorum fakat bilincim tekrar yerine geldiğinde sonsuz bir kışın tüm renkleri sildiği bir buz dünyasında yalnızlık içinde tek başına kapatılmıştım.
Duyumlarımın çoğunu yitirmeme rağmen bu kadarını hala biliyordum. Güney Kutbundaki kocam eski Buz Adam değildi.Beni her zamanki gibi kolluyor ve benimle kibarca konuşuyordu. Diyebilirim ki, bana söylediği her şeyi gerçekten kastederek söylüyordu. Ama şunu da biliyorum ki; o, kayak merkezinde otelde karşılaştığım Buz Adam değildi artık.
Bunu herhangi birine anlatabilmem olanaksız görünüyordu. Güney Kutbundaki herkes ondan hoşlanıyordu ama benim söylediğim tek bir sözcüğü bile anlamıyorlardı. Beyaz soluklarını üflüyorlar, şakalaşıyolar, tartışıyorlar, kendi dillerinde şarkılar söylüyorlar, bense odamızda tek başıma oturup, aylar öncesinden açmayacakmış gibi görünen kapalı gökyüzüne bakıyordum. Bizi getiren uçak gideli çok olmuştu ve kısa bir süre sonra pist kalın bir buz tabakası ile kaplanmıştı, tıpkı kalbim gibi.
“Kış geldi” dedi kocam. “Uzun bir kış olacak ve artık ne bir uçak gelir ne de bir gemi. Her şey dondu. Görünen o ki, gelecek bahara kadar burada kalmak zorunda kalacağız.”
Güney Kutbu’na gelişimizden yaklaşık üç ay sonra hamile olduğumu fark ettim.Doğuracağım çocuğun küçük bir Buz Adam olacağını biliyordum. Rahmim donmuştu, amniyotik sıvım kar suyu gibiydi. İçimdeki soğukluğunu hissedebiliyordum. Çocuğumun buz parçası gözleri ve buz kaplı parmakları olacaktı, tıpkı babası gibi. Ve ailemiz bir daha Güney Kutbu dışında bir yere asla ayak basmayacaktı. Sonsuz geçmiş, tüm akıl sır erdirişlerin ötesinde bizi kendine hapsetmişti. Bundan asla kurtulamayacaktık.
Artık içimde kalp diye bir şey nerdeyse kalmadı. Sıcaklığım çok uzaklara gitti. Bazen bir zamanlar böyle bir sıcaklığın olduğunu bile unutuyorum. Bu yerde dünyadaki herkesten daha yalnızım. Ağladığım zamanlar Buz Adam yanaklarımı öpüyor ve gözyaşlarım buza dönüşüyor. O buza dönen bu gözyaşlarını alıyor ve diline koyuyor. “Bak, seni ne kadar çok seviyorum” diyor. Gerçeği söylüyor. Fakat olmayan bir yerden içeri dolan bir rüzgâr onun beyaz sözlerini geriye, geçmişin içine süpürüyor.
- Haruki Murakami
8.11.11
Sanat
Kan, sidik ve ter lekeleri; salya, biraz da sümük; saç ve kıç kılları. Biraz kadın, biraz kedi kokusu. Bir de varlığın ve ağırlığının kanıtı bir insan silueti boylu boyunca. Şimdi oldu der ve atar imzasını gururla altına, ağız dolusu tükürerek.
--dw--
7.11.11
Konuşmayı Unutmak
Sessizlik kuru, ses nemlidir. Ses düzeyi, sesin bir araya toplanmış hali, yani kitlesidir. Sessizlikte insanların düşüncelerini duyabilirsiniz; tabi bedenlerinin gürütüsü de kesildiğinde. Ama insanların ne düşündüğü önemli değil. Bedenlerinin gürültüleri hep daha ilgi çekicidir.
Kendi bedenini dinle, bitkilerle konuş. İnsanlara boş ver.
**
16.10.11
YAZBOZ
Bugün sensiz bir günden farklı olacaktı. Yokluğundan, ya da başka her neyse, şikâyetçi olmayacaktım. Ne eksik kahvaltı, ne soğuk çay; ne de sokağa her adımımı attığımda beni aptala çeviren bu arsız rüzgâr beni yakındırabilirdi. Saçlarım dağılacak gibi uzun değildi ve savrulacak kadar zayıf da değildim artık, o halde rüzgârı umursamamak için nedenlerim vardı.
İlk önce her şey aynıydı. Kalktım, yatağı topladım. Sonra tıraş olmak için banyoya girdim. Her şey şaşılacak derecede aynıydı hala. Aynaya bakarken bir yüzüm varmış gibi davrandım yine. Bir an sen sandım kendimi ve korkuyla bekledim yüzümün tekrar belirmesini. Bende unuttuğun fırçanla dişlerimi fırçaladım. Musluğu açmak için ellerini aradım, tıraş olurken omzumun üstünden bakan gözlerin aynada beliriverdi bir an. Parlak iç çamaşırların, siyah kedili süveterin kirli sepetinde ışıl ışıl duruyorlardı. Çamaşır makinesi hatıraları da temizleyebilecek miydi? Belki bir sobanın acımasız alevi onlar için daha kalıcı bir çözüm olacaktı. Kahvaltıda sen varmışsın gibi tek bardak çay doldurdum. Çünkü sen zaten çay içmezdin ve sonra sana az şekerli bir kahve yapıp kendim içtim. Her zaman senin kendine aldıklarına ve yaptıklarına sulanmaz mıydım?
Sonra sokağa ürkerek adımımı attım. Şikâyet etmeme oyunum bu ürkekliğimi affettirecekti. Önce rüzgârı öptüm yanaklarından; bir elimde dergilerim, bir elimde sigaram salındım sahil boyu, böylece ellerim boş kalıp seni aramadılar. Bir banka oturdum, yanıma birkaç kedi yanaştı, kucağıma alıp sevdim tekir olanı, konuştum sonra hepsiyle. Soğuktan yakındılar; tam haklısınız bu sene havalar erken soğudu diyecektim ki, vazgeçtim. Beyaz, sarı, siyah tüyler ceketimin her yerindeydi, umursamadım. Kucağımda tekirle sahil boyu yürümeye devam ettim.
Birkaç kitap aldım tezgâhtan, bir tanesini sesli sesli okudum bir parkta. Kelimelerin canlandığını hissediyordum yüksek sesle okurken. Biliyordum ki o kelimeler canlanıp gitmeleri gereken yere varıyorlardı. Araba dediğimde bir adam kornaya basıveriyordu, acı dediğimde bir at kırbaçlanıyordu. Kitabın bir yerinde kızıl bir sincaptan söz ediliyordu. Birkaç paragraf sonrasında ise bu sincabın ölümü anlatılıyordu. Ben ölüm kelimesini okumuyor ve atlıyordum. Biliyordum ki ölüm denen şey sadece bilinçle ilgiliydi. Bu yüzden delirmeyi istedim o parkta o an. Bilinçsiz bir deli. İnkar etmeyen deliliği kabullenen bir deli bile olabilirdim. Seninle delirmekten sık sık söz ederdik. Bir delinin bakışlarının doğallığı ve bu doğallığın verdiği gerginlikten. Belki insanlar doğallıktan bu kadar korkmasalardı en değerli en yüce şahsiyetler o delilerden çıkardı. Kim bilir belki de zaten böyleydi.
Kitapları bir ağacın altına üst üste koyup oturdum, başıma bir elma düşseydi belki her şey daha gerçek ve alışılmış olacaktı; ama ben en fazla yarım saat kestirdiğim o ağaç dibinde birkaç azman köpeğin hırlamasıyla uyandım ve yer çekiminin artan kilolarımla bir olduğu bir durumda can havliyle ağaca zor tırmandım. Ağaca tırmandıkça yukarda esen güzel kokulu rüzgârı duyumsadım. Hayır, bu benim balkonumda esen o kaba rüzgarla hiç benzeşmiyordu. O an orada olsan ağaca tırmanarak bu hayattan kaçabileceğimiz bir hayal kurabilirdik. Hayallerin bile vergilendirildiği sınırlandırıldığı bir dünyada yaşamak kimin fikriydi. Hangi densiz bizi buralara atıvermişti. Dört duvar arasında geçirdiğimiz bu hayatlar aslında hangi sınırsızlığın uzamlarıydılar.
Ne yapayım yine döndüm dört duvar arasına başım önümde. Hiçbir şey değişmiyordu senin olmadığın bir günün özetinde. Sadece sen olmuyordun içinde ama her şey aynıydı. Eve dönerken merdivenlerle hala yukarı çıkmak gerekiyordu. Kapılar hala gıcırdayarak açılıyor ve ev hala çürük bir insan kokusu yayıyordu. Evet çürüyordum. Günden güne azalıyordu parlaklık. İçinden senin eksildiğin bu dünyayı tersyüz edip, içinden bu dünyanın eksildiği bir sen yaratmak isterdim. Belki de sen bunu yapmıştın ve içinde benim olmadığım bir dünyayı tercih etmiştin.
Senden bana en son bir fotoğrafın kalmıştı o melankolik şarkılardaki hikâyeler gibi. Ben de yine o şarkıların etkisinde kalmış olacağım ki orasından burasından yırttım fotoğrafı. Önce paramparça ettim, sonra tekrar birleştirdim ama neden bilmem bu yapboz oyununda yüzün hiç de eskisi gibi çıkmadı karşıma. Ya gülüşün eksik kalıyor, ya gözlerin eskisi gibi ışık saçmıyordu; ya ben sana yabancılaşıyordum ya da sen başkasının oluyordun. Şimdi o fotoğrafa bakıp sana uzun bir sitem etmek isterdim. Ama dedim ya bugün hiç şikayet etmemek için söz verdim.
Kime? Kendime.
*DW*
13.8.11
Yabancı Üzerine
Bu aralar kitaplar hakkında yazmak iyi olacak, biraz beklemek için bendekileri. Yabancıyı uzun bir süre sonra tekrar okudum. Bir kere daha diyebilirim ki karmaşıklığın bu kadar basit ve bireye indirgenerek kaleme alınması beni büyüledi.
Yabancı'nın hemen giriş cümlesiyle, insanı sarsan bir merak yaratması kitabın düşünceye ve ele tutunmasını sağlıyor: "Annem ölmüş bugün; belki de dün bilmiyorum."
Aldığı bu haberle Mersault bu garip öyküyü başlatıyor. Mersault haberi aslında gayet "samimi bir sakinlik"le karşılıyor. Bu hemen romanın başında karakteri ilginçleştiriveriyor. Bu noktada Camus'nun kitabın hemen başında elindeki yayı iyice gerdiğini söylemek mümkün.
Mersault; iç konuşmalarında hayattan bir beklentisi yok gibi görünse de, gündelik de olsa mutuluğun peşinde olan bir adam. Aslında böyle mutlu olabileceği bir günde, annesini kaybettiğine ve o prosedürler gereği eğlenemeyeceğine hayıflanabiliyor.
Onun uykuya olan eğilimi, dünyadan sıkılmışlığın bir göstergesi. Gözlerini kapadığında her şeyin biteceği bir anı yaratabileceğini düşünüyor. Onu sıkan olaylar ve insanlardan büyük bir sabırsızlıkla uzaklaşmak istiyor, tahammül edebileceği aşikarken.
Mersault etrafındaki insanların sıkıntılarını, hislerini çok fazla ciddiye almamakla beraber, onları küçümsemiyor da, sadece herkesin dünyaya onun gibi ciddiye almadan bakabilmesini arzuluyor. Aslında çok sık kullandığı Bence Bir deyimi bunun işaretidir: Sevgilim olsa da bir olmasa da, annem olsa da bir olmasa da. Arkadaşı Raymon'ın sorununua eğilirken de, Marie'nin ona olan ilgisini öğrendiğinde de bir boş vermişlikle harekete geçiyor. Ama boş vermişlik de olsa yine bir devinime dönüşen bu durum iyiniyetten daha çok zamanın içini doldurma amacına sahip gibi.
Mersault, davasına konu olan cinayeti de yine hiçbir amaca hizmet etmeyecek bir şekilde işliyor. Karşısındaki Arapla hiç bir kişisel düşmanlığı olmadığı halde ve bu adamın arkadaşı Raymon'la olan husumetini de hiç umursamadığı halde bu adamı öldürüyor. Dahası bir hınçın boşalmışlığını simgeler şekilde yerde yatan cesede kurşunlar sıkmaya devam ediyor. Sanki o an tüm sıkıntılarını yerde yatan Arap simgeliyormuş gibi.
Romanın sonuna doğru papazla yaptığı konuşmalarda işlediği cinayetten ötürü pişmanlık duymasa da eski hayatını devam ettiremediği o hücrede özlemle dışarıyı andığı oluyor.
Romanı okurken Kafka'nın davasına takılıyor aklım. Simgesellikle örülü bir suçtan yaratılmış Dava'ya karşın, gerçekçi ve gündelik sıkıntılarla örülmüş bir dava. Mersault sürekli sanık olmanın ve müvekkil olmanın arasında gidip geliyor. Avukatının mesleki kaygıları nedeniyle, onun düşüncelerini hiçe sayarak yaptığı savunmayı gülünç bulurken, ara ara avukatın bu müstakil düşüncelerine karşı çıkmak ve ona hayır ben böyle demezdim diye çıkışmak istiyor.
Dava süresince ve davanı aleyhinde sonuçlanmasının ardından hücresinde geçirdiği günlerde Mersault yaşamın tek düzeliğini kabul ediyor. Dışarıdaki yaşamla içeridekinin bir farkı olmadığını ve dışarıda tek bir gün dahi geçiren birinin bir hücrede bu anılarıyla bir ömür yaşayabileceğini iddia ediyor.
Mersault çarptırıldığı ölüm cezası sonrasında kendini ölüme yakıştıramıyor. Kendini ölüm anında hayal edemiyor. Keşke bir kaç idam izleseydim diye kızıyor kendine.
Bu tüm tepkileri ve düşünceleriyle Mersault olağandışı bir karakter. Toplumun kabul edemeyeceği kadar farklı. Hiç bir zaman rol yapmayan, içinden geldiği gibi davranan biri. Aklından geçen her şeyi yapıyor neredeyse ve aklından geçenlerin tanığı olamayanlara ise kendilerini bir kenara bırakıp onu kolayca ayıplama şansı doğuyor. Annesinin ölümüne üzülmemesi bu nedenle işlediği cinayetten bile daha önemli bir yargılama noktası oluveriyor.Dava sırasında savcının soruları öyle bir hal alır ki, cinayet değil de annenin cenaze töreninde yaşananlar birincil konuma gelir.
Toplum neden böyle düşünür o halde? Çünkü insan bir yakınının hele ki annesinin ölümü durumunda üzülür (üzülmelidir), böyle bir üzülme istemdışıdır ve elbet böyle ise samimidir. Oysa insan böylesi anlarda, benim şu an üzülmem gerekiyor deyip de üzülebilir. Bu samimi olmayan bir durumdur. İstemdışı üzülen insan, istemdışı acıkıyor, gülüyor, üşüyordur da. Mersault ise istemli bir şekilde üzülmez gibi görünür; yine cinayetten ötürü istemli bir şekilde pişman değildir ve istemli bir şekilde tanrıyı da reddeder. Bu nedenle normal insanlar için o nefret edilesidir,dışlanasıdır, yabancıdır. Onun bu haliyle bu dünyada yeri yoktur. Ya gözlerini kapatıp uykuya dalacaktır, ya da öldürülecektir.
Mersault dünya üzerindeki herhangi bir iklimde yaşayabilecek biri değil, ancak bir filozofun kafasında yaratılabilir. Felsefesini mutluluk düşüncesinin ve umudun boşunalığı üzerine kuran ama umudun ve mutluluğun ölümle sonuçlanacak bu saçmalıkta yine de peşinden koşulabilecek yegane amaç oduğunu bilen bir filozof.
*denniswarhol*
13.6.11
deneme
ölümden konuşmak istemiyorum
kanın çekilişinden, ışığı sönen gözlerden, pelteleşen ruhlardan
bir berberin süpürgesinde birleşen sarı siyah saç tellerinden mesela
bir deniz kumuna düşen sigara külünden
bir heyecan anında ağza alınan tırnak uçlarından
burcunu bir sabah gazeteden okurken kahvesini yudumlayan bir ihtiyar kadından
sevgilisinin koltuk altında dünyanın en güzel kokusunu bulan bir adamdan
karın boşluğunda yeşeren bir ömürden
ve yaşlı bir ağacın gölgesinde karnını doyuran bir serçeden
savaş yerinden sağ salim kurtulan bir askerin gizli sevincinden
ölüm anını pişmanlıkla yaşayan bir başka askerden
hayır ölümden konuşmak istemiyorum
bir yaranın ıslak çaresizliğinden
bir kurşunun delip geçtiği insan derisinden
toprağa karışan kanla beslenen karınca sürülerinden
yemyeşil bir sabaha huzurla uyanan yaylalardan mesela
yaprak uçlarındaki suya uzanan güvercinlerden bir yaz günü
avuçlarında bir demet papatyayla annesini arayan kız çocuğundan
meme uçlarını ısıran bir bebeğin dişlerinin beyazlığına karışan süt damlalarından
sonra mutlulukla yaşlanan insanların yine çaresizliğinden
toprağa aşık bedenlerden
yorulan bacaklardan, sırtlardan, ağıran dizlerden, topuklardan
artık hazırım diyen ihtiyar suratlardan
hayır ölümden konuşmak istemiyorum
mezartaşlarına yazılan ucuz dörtlüklerden
bir şairin en güzel şiirinden mesela
elinde bilgelikle tuttuğu kaleminden bir yazarın
kağıda sürtünen kalemin hışırtısından
bir sonraki kelimeyi düşünen o akıldan
ve göz torbalarında taşınan umutlardan sızan yaşlardan
hoş sohbet arkadaşlardan, yalnız bırakmayan dostlardan
belki biraz da yalnızlıktan konuşmak istiyorum yalnızlıktan
bir tabut kadar tek kişilik, bir oda kadar dört duvar
merdivenden düşer gibi acılı
parmak uçlarından yürür gibi sessiz
kapıdan sığmayan bir yatak kadar geniş
bir kenar motel gibi izbe yalnızlıktan
sizi sonunda kafanızı kaldırsanız bir tahtaya vuracak kadar çaresiz bırakan
yalnızlıktan ve ölümden
ikisinden de konuşmak istiyorum
biliyorum ikisinden de kaçamıyorum
"dennis warhol"
15.5.11
Denizin Ortasından
Üzerine asfalt dökülmüş bir toprağın altında, birkaç kökümün de olsa diğerlerine ulaşmasını sağlayan bilincim. Bir tek o duyuyordu biliyorum sevinç çığlıklarımı ve hemen ardından azalarak duyulmayan kalp çarpıntılarımı. Fazla etli vücudumu bir vitrinde sergilerken, o an orada olmak istemediğimi tek bilen, çırpınan ve ortanıza kusan o genç adamın yığılıp kaldığı anlarda, çarpışan arabaların koltuğuna beni oturtan aklım, beni bir sabah denizin tam ortasında ölü bulacağınız o anı size hatırlatmak isterim. Kaybolmuş değilim, siz beni bulmuş olsanız da; kaçak değilim, siz peşime tüm maymunlarınızı taksanız da. Yüzmeyi unuttum sadece, böyle ortasında kaldım her şeyin.
Sonra tanrının aydınlatmadığı tüm karanlıkları aydınlatan ışıklarınızı gördüm. Işıkların ve dev bir lunaparka benzeyen şehrin göbek deliğinde karşınıza çıktım bir fare gibi. Siz beni sabaha karşı; yani ışıklarınız söndüğünde bir veba habercisine bakan korkunç gözlerle izlerken, ben ardınızda yükselen, demir eğlence makinelerinizin korkusundan kımıldayamadım. Sabaha karşı güneşin en yakın olduğu saatlerdeki karanlıkta ve sizin en zayıf, titreyen mumlarınızın bile söndüğü o anda, daha korkunç ne olabilirdi ki?
İşte şimdi ortanızda yatan, size meydan okumaya gelip mağlup olan ben, her gece evimin penceresinden titreyen gözlerimle o korkunç canavarları izliyorum. O mutsuz ve korkusuz adam, şimdi mutlu ve korkak.
Şehrin tüm lunaparklarında eğlenceler terk edilmiş, sevişmeler yalnızlaşmış. Olmaz umutlar, aydınlatmayan ışıklar ve iyiyi kötüyü birbirine karıştıran çocuk cıvıltıları, ölümün büyülü çığlıklarına ve mide bulantılarına karışan bir dönme dolap gibi yükselmiş cam gökdelenler.
Ucuz deniz kumunun üstüne hızla dönen bir zaman kaydırağından fırlayıveren bir adam. Gövdesi kumun altında kalmış, parmak uçları mürekkep lekesi, doğruyu gösterme uğruna öldüğünü yazıyor cebindeki gazete kupürü. Cesedin kafasını kaldıran bir kadın onunla konuşuyor:
“Seni bir gondolun ayaklarına gömelim mi, ya da prensesin eteğinin altına?”
Şehir her gün yeniden doğan çocuklarıyla savaşına devam ediyor. Yüz binlerce yeni üyesinden belki sadece bir tanesi mürekkep lekesiyle zar zor tanışıyor. Bu yüzden işte biz, o denizlere bakıp da son cümlemizi hala yazamıyoruz. Bu yüzden sabırla sizin ışıklarınızın sönmesini bekliyoruz. Korkmak insancaysa da, ikincisi aptallıktır.
"dennis warhollunaparktan esinlenerek"
28.4.11
RUHAKIL
Dünyanın yabancısı ruh;
Şimdi bir manzara hayal ediyor; aklında bir deniz var ve denizin üstüne cenneti seren bir mavi gök. Gökyüzü kendini bu dalgasız aynada görmekten memnundur herhalde. Hafif bir esinti denizden sahile doğru koşuşuyor ve rüzgâr göğsündeki tere serin serin üflüyor. Elinin altında taze meyveler, kırmızısı kırmızı sarısı sarı… Meyvenin üzerinden bir su damlası süzülüyor sepetin zeminine doğru. Sırt üstü uzanmış beyaz bir mermere, ne belindeki ağrı ne de kıçındaki sivilcelerin acısı var. Aldığı her nefeste ciğerleri daha derinleşir gibi sağlıklı. Sanki ilk günü gibi ömrünün, ne kadar yabancı her şey. Ellerinin üzerinde tanımadığı böcekler geziniyor, ilk defa böyle garip nağmelerle ötüyor kuşlar. Kalbinin düzenli ritimleriyle pompaladığı kan beynine sakince yollanırken dünya ona hiç olmadığı kadar heyecan veriyor.
Sanki politikacılar henüz doğmamış kadar temiz bir kumsal ve hiç bir para babası daha bir kuruş zenginleşememiş kadar sade bir doğa önünde uzanıyor. Mutluluktaki rahatlık ona özgürlük ve medenilik hissi veriyor. Şimdi rahatlamak için ne tütün, ne afyon; ne alkol, ne de kimyasallar gerekiyor ona.
Hasta olduğu zamanlarda önemsediği anlar geliyor aklına. Bir kaç kadın yine hasta ruhuna denk gelen, nasıl da önemliydiler ve nasıl da çaldılar ömründen... Hayıflanmanın zamanı değil diye geçiyor içinden. Düşkün ve gereksiz coşulan o zamanlar, bitti artık. Gözünü yine yattığı beyaz mermeri aydınlatan güneş alıveriyor. Az ileride yalanıp duran bir kediyi ve kadınların kuyudan çektikleri sularla yıkadığı çocukları izlerken bu dünyada ışığın neden var olduğunu kavrayıveriyor.
Dünyaya olan güvensiz yan: Akıl;
Parmak uçlarında ince bir sızı başlıyor önce, gökyüzünde bir karartı sonra. Saati yok ama günün bitmeye oldukça uzak olduğuna emin. O halde yağmuru beklemeli diyor içinden, üzerindekileri çıkarıp altına uzanacağı anı hayal ederken. Göğün açık görünen kısmına yayılmış kuş sürüsünün bir anda ona doğru dengesizce alçaldığını görüyor. Bir süre sonra kuşların kanat çırpmadıklarını ve cansız bir şekilde yere düştüklerini anlıyor. Kalpleriyle birlikte kanatları da iflas eden bu kuşlar kim bilir onlardan ilham alarak yazmaya çalışan kaç insancığın masasına düşmüştür diyor içinden, sonra yine onların mekanik kanat çırpışlarında bir mucize arayanın o arsız yazarlar olduğunu düşünüp, gülümsüyor.
Akıllarına şaşıyor insanların ve kendinin. Dertleri hep yaşatmak olan insanlar ve dertleri hep yok etmek olan insanlar var. İkisine de şaşırıyor ve aklını alması için tanrıyla konuşuyor:
" Senin verdiğin akılla varlığıma karşı çıkıyorum. Ben yaşama sarıldıkça, her şeyin öldüğüne şahit oluyorum. Yaratıların güzel ama ölümlü; varlığım hissedilebilir olsa da geçici. Sarılacak bir şey bulabilirsem, hemen sarılıyorum. Sonra kollarımın arasında esen rüzgârla uyanıyorum. Her şey senin bize verdiğin mutsuz hayatı kabul edemeyişimizde gizli biliyorum”
Sonra akıl ve ruh, aynı deniz ve gökyüzü gibi karşı karşıya duruyorlar. Akıl ruhu inkar ederse kendinin de anlamsızlaşacağını fark ediyor ve onun tanrıyla olan, tarihin en karmaşık monologu böylece sona eriyor.
**DW-aver-**
19.2.11
Oksijen
Siz de kendinize yoğunlaşabilir misiniz biraz. Ben bu konuda kendimi fazla umursayanlardanım. Ben derim kendime, öleceğim. Aman allahım ben. Evet evet yanılmadınız. Şu yıllardır yaşadığım hayata, hayallerime, dostlarıma veda bile edemeden belki. Belki de sık sık uğranılan bir hasta yatağında uzun müddet dostlarımın Camus'nun deyişiyle aperitiflerinden olacağım. Ama ben öleceğim. Yıllardır nefes alarak, yiyerek içerek, severek sevişerek, öğrenerek, eğlenerek, okuyarak, yazarak büyüttüğüm bu ömrü bir çöp bidonunda göreceğim. O an koşup bir pencereye derin derin soluklanırım.
*hastayım*
2.2.11
Acemi Kuş
Uçmak böyle miydi dersin
Kocaman bir palto gibi kanatlarım
Su almışlar; ağırım
Başım dönüyor; nevrim hey hey,
Kalıbımı basamıyorum fikirlerime
Öyle bulanık hücrelerim
Uçamamışım yani
Bir ağaç gölgesine tünemiş tüylerim
Bense çok yukarılarda konuyorum bir dala
Kediler beni izliyor salya sümük
Ağızlarına ediyorum
Bir bunu beceriyorum
Başka da numaram yok
***dw***
31.1.11
Düzeltmeler
-*-Bir adam İstanbul'da temiz giyimli, elinde bir tekel birası, içiyor bir yandan da bana uzatıp duruyor al iç diye. Tertemiz sakalı ıslanmış ve buz sarkıtları gibi damlatıyor yakasına birayı. Kendinden geçmiş, ellerini kah havaya kah bana doğru sallıyor, onu yargılayanları anlatıp duruyor. Beni istemediler diyor, ben de ne yapacağımı bilemedim. Hayatta ne olacağımı bilemedim. Eş mi, baba mı, oğul mu, işçi mi memur mu... Kimin için yaşamaya yanaşsam beni öldürmek istedi diyor. Bir kadına doğru işaret ediyor, işte bunlar hep aynılar, hepsi ölü... Sonra bir sigara istiyor benden ve yaktıktan sonra yürüyor benden uzağa. Az sonra geri dönüp, sen iyi bir adamsın diye bağırıyor bana. Sessizce kafamı öne eğiyorum. Ona tekrar baktığımda gökyüzüne kelimeler savurduğunu görüyorum. "Orada mısın, orada mısın?"
-*- Tanrı'nın olmayışı dünyayı önemli kılıyor değil mi? İstediğin kadar günah işleyebilirsin artık, bir rahibeyle misyoner pozisyonunda sevişebilirsin, bir milyonerin hesaplarından para çalabilirsin elinden geliyorsa, çalışmanın kutsallığı yalanına inat aylak aylak gezebilirsin sokaklarda, elinde cıgaran ve biran. Ya da son kullanma tarihi yaklaşan bir fındık ezmesini yer gibi aceleyle ve zevk ala ala yaşayabilirsin hayatı. Daha özgür olabilirsin. Daha perdesiz bakabilirsin sokağa.
***dw***
27.1.11
Ah kafka
Takla atmayı hiç beceremeyen bir adamdım, dünyayı tersinden görmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Düz görmekte ne kötülük var demeyin, derdim tersten görmekti işte... Aynalar döşedim tüm duvarlarıma, amuda kalkıp öyle baktım şaşkın kedimin gözlerine, tüm eşyaları her türlü zahmete katlanıp tersten astım odamın tavanına. Hiç biri işe yaramyordu. Sonra gittim ve duvarda asılı fotoğrafının yıllardır ters durduğunu fark ettim. Tüm sorun buydu, onu düzelttim ve her şey istediğim gibi oldu.
***^^P***
25.1.11
Başlama Vuruşu
Kaçıp kaçıp sonra hiç bir şey olmamış gibi dönmek güzelmiş. Hücum eden bir savunma oyuncusu gibi acemiyim ve heyecanlı. Sanki hayat yeniden başlıyor gibi saçmalıklardan bahsetmiyorum. Az kalmış bir şeyi daha lezzetli bulmak gibi bu.
Saatimin durduğunu bana söylemesin kimse böyle her şey daha sakin.
***DW***