28.4.11

RUHAKIL


Dünyanın yabancısı ruh;

Şimdi bir manzara hayal ediyor; aklında bir deniz var ve denizin üstüne cenneti seren bir mavi gök. Gökyüzü kendini bu dalgasız aynada görmekten memnundur herhalde. Hafif bir esinti denizden sahile doğru koşuşuyor ve rüzgâr göğsündeki tere serin serin üflüyor. Elinin altında taze meyveler, kırmızısı kırmızı sarısı sarı… Meyvenin üzerinden bir su damlası süzülüyor sepetin zeminine doğru. Sırt üstü uzanmış beyaz bir mermere, ne belindeki ağrı ne de kıçındaki sivilcelerin acısı var. Aldığı her nefeste ciğerleri daha derinleşir gibi sağlıklı. Sanki ilk günü gibi ömrünün, ne kadar yabancı her şey. Ellerinin üzerinde tanımadığı böcekler geziniyor, ilk defa böyle garip nağmelerle ötüyor kuşlar. Kalbinin düzenli ritimleriyle pompaladığı kan beynine sakince yollanırken dünya ona hiç olmadığı kadar heyecan veriyor.

Sanki politikacılar henüz doğmamış kadar temiz bir kumsal ve hiç bir para babası daha bir kuruş zenginleşememiş kadar sade bir doğa önünde uzanıyor. Mutluluktaki rahatlık ona özgürlük ve medenilik hissi veriyor. Şimdi rahatlamak için ne tütün, ne afyon; ne alkol, ne de kimyasallar gerekiyor ona.

Hasta olduğu zamanlarda önemsediği anlar geliyor aklına. Bir kaç kadın yine hasta ruhuna denk gelen, nasıl da önemliydiler ve nasıl da çaldılar ömründen... Hayıflanmanın zamanı değil diye geçiyor içinden. Düşkün ve gereksiz coşulan o zamanlar, bitti artık. Gözünü yine yattığı beyaz mermeri aydınlatan güneş alıveriyor. Az ileride yalanıp duran bir kediyi ve kadınların kuyudan çektikleri sularla yıkadığı çocukları izlerken bu dünyada ışığın neden var olduğunu kavrayıveriyor.

Dünyaya olan güvensiz yan: Akıl;

Parmak uçlarında ince bir sızı başlıyor önce, gökyüzünde bir karartı sonra. Saati yok ama günün bitmeye oldukça uzak olduğuna emin. O halde yağmuru beklemeli diyor içinden, üzerindekileri çıkarıp altına uzanacağı anı hayal ederken. Göğün açık görünen kısmına yayılmış kuş sürüsünün bir anda ona doğru dengesizce alçaldığını görüyor. Bir süre sonra kuşların kanat çırpmadıklarını ve cansız bir şekilde yere düştüklerini anlıyor. Kalpleriyle birlikte kanatları da iflas eden bu kuşlar kim bilir onlardan ilham alarak yazmaya çalışan kaç insancığın masasına düşmüştür diyor içinden, sonra yine onların mekanik kanat çırpışlarında bir mucize arayanın o arsız yazarlar olduğunu düşünüp, gülümsüyor.

Akıllarına şaşıyor insanların ve kendinin. Dertleri hep yaşatmak olan insanlar ve dertleri hep yok etmek olan insanlar var. İkisine de şaşırıyor ve aklını alması için tanrıyla konuşuyor:

" Senin verdiğin akılla varlığıma karşı çıkıyorum. Ben yaşama sarıldıkça, her şeyin öldüğüne şahit oluyorum. Yaratıların güzel ama ölümlü; varlığım hissedilebilir olsa da geçici. Sarılacak bir şey bulabilirsem, hemen sarılıyorum. Sonra kollarımın arasında esen rüzgârla uyanıyorum. Her şey senin bize verdiğin mutsuz hayatı kabul edemeyişimizde gizli biliyorum”

Sonra akıl ve ruh, aynı deniz ve gökyüzü gibi karşı karşıya duruyorlar. Akıl ruhu inkar ederse kendinin de anlamsızlaşacağını fark ediyor ve onun tanrıyla olan, tarihin en karmaşık monologu böylece sona eriyor.



**DW-aver-**


Hiç yorum yok: