17.5.10

İçeride

İçeri girebilirdim aslında; ama ancak kırılmış bir camın içinden geçerek yapabilirdim bunu. Bu kırıktan, odanın düzenini görebiliyordum. Buna bir düzen denilemezdi aslında, üç beş kırık sandalye duvar dibine kurşuna dizilmiş ve can vermişler gibi sıralanmıştı. Koyu renkteki duvar kâğıtlarından başlayarak süreklilik gösteren bir karartı vardı içeride. Sanki birisi tavana asılmış, odayı sürekli daha koyu bir siyaha boyuyordu; bu yüzden ışığı ne kadar arttırırsanız arttırın oda aydınlatılamayacak gibiydi. 

Odanın sağ köşesinde sarışın bir kız çocuğu burnuyla oynuyor ve burnundan çıkardıklarını iştahla ağzına götürüyordu; annesi olduğunu sandığım kadın, her seferinde çocuğun eline bir şaplak vuruyordu. Diğer taraftaki kadının elleri bacaklarının arasındaydı ve yüzünde zührevi bir zevk ifadesi, şöminenin içindeki tespih böceklerini gözlüyordu. Elindeki şömine maşasıyla böcekleri hafifçe dürtüyor, onların ölü taklidi yapmalarını sağlıyor ve cansız gibi yere uzandıkları bu zaman içinde kahkahaları patlatıyordu. Bu müsamereden sıkıldığında aynı maşa ile böceklerin kafalarını eziveriyordu. Hemen ardından aceleyle kalkıp hazır ola geçiyor, salonun ortasına dönerek, birileri hesap verir bir ifade takınıyor ve onlar artık biliyorlardı diye bağırıyordu. Sonra çocuk, bu bağırtıya sevinçle "ben de bildim ki" diyerek katılıyor, annenin şaplağı ise gecikmiyordu. 

Kadınların beni görebildiklerine dair kuvvetli şüphelerim vardı ama küçük kızın ara ara bana doğru farkındalıkla baktığını hissediyordum. Bu bakışlarının birinde işaret parmağını bana yakın bir yere uzatmış ve “işte geldi" demişti. Hemen arkasından annesi kızın eline sert bir darbe indirmişti. 

İçeri mutlaka girmeliydim, beni içeriye almak istemeyeceklerini biliyordum; yine de kapı ve pencereleri ısrarla zorlamıştım. Ortası kırılmış cama tekrar baktım, cam o kadar tozluydu ki güneş ışığı ancak bulduğu bu delikten içeri sızabiliyor ve odanın içindeki toz bulutlarını arsızca teşhir ediyordu. Bir an, güneşin tuttuğu bu ışığın önünde düşündüm kendimi; bir sahnede, üstümde tozlu siyah takım elbisem ve fötr şapkamla rol arkadaşını bekleyen şaşkın bir oyuncu gibiydim. Hayali rol arkadaşım geliyor ve bu kez onunla beraber beklemeye başlıyorduk. Sonra git gide artan bir oyuncu nüfusu oluşuyor ve sabırla bekleşiyorduk.

Beklemekten vazgeçmeliydim artık. Cama iyice yaklaştım, üzerindeki tozu silmeye koyuldum. Elimin değdiği yerler saydamlaşıyor ve gün ışığı, bulduğu açıklardan sızmaya başlıyordu. Işığı yüzlerine yediklerinde vampirler gibi acı çekiyorlardı. Küçük kız, annesinin gözlerini ışıktan rahatsız olarak kapatmasını fırsat bilip, burnunu bir temiz karıştırıyordu. Yüzümü görebileceğim kadar temizledim camı. Şimdi camdaki yansımada iyice esmerleşmiş bir adam görüyordum. Kendime en son baktığımda bu kadar esmer değildim. Bu sanırım dört ya da beş gün öncesiydi, bu esmerleşmeyi burada bekleyişime borçluydum. Sabah erken saatte buraya geliyor, akşam geç saatlere kadar içeriyi izliyor ve oraya girme yolları arıyordum. İçeri girebilirdim aslında, ama dedim ya bu kırık camın içinden geçerken büyük ihtimalle yaralanacaktım. Belki şahdamarım kesilecek ve içeridekilerin ruhu bile duymadan kan kaybından ölecektim. Hoş ruhları duysa bu kez kılları kıpırdamayacaktı. Hem belki de ben içeri girdiğim anda şaplaklar maşa darbeleri ve sümüklü ısırıklarla karşılayacaklardı beni. Neden girmeliyim buraya diye sordum kendime. İçeridekiler kimdi? Ailem olma ihtimalleri var mıydı? Bu kadınlardan herhangi biriyle evli olabilir miydim? Alabildiğine esmer bir adamın bu kadar sarışın bir çocuğu olabilir miydi? 

Bunları düşünürken şöminenin başındaki kadın iki tespih böceği daha ezdi ve "onlar artık biliyorlardı" diye tekrar bağırdı. Çocuk ben de bildim der demez annesinden bu kez daha hızlı bir şaplak yedi. Sonra burada olduğum günlerde hiç olmayan bir şey oldu. Kız çocuğu da annesinin çıplak ve etli kollarına bir şaplak indirdi. Kadın büyük bir şaşkınlıkla koluna bakmaya başladı. Çocuğun parmaklarının izi, annenin bembeyaz teninde, bir süte damlamış kan damlaları gibi yayılıyordu. Kadın, vücuduna girmiş bir bıçağı çıkarır gibi temkinli izledi kolunu. Kafası yavaşça önüne düştü. Çocuk pişman olmuşa benzemiyordu, aksine gülümsemesi bütün yüzüne yayılmıştı. Böcek ezici kadın, anneye dönerek "O da artık biliyor" dedi. Üçü beraber ayaklandılar. Köşedeki sandalyelere doğru yürüdüler ve üç sandalyeye sırayla oturdular. Anne biraz sonra çocuğu kucağına aldı. Ağzı bir balığın soluk alıp verişi gibi anlamsızca açılıp kapanıyordu. Bir kaç kez, burada olsaydın keşke dedi. Boş kalan sandalyeye bakıyordum şimdi. Bana mı sesleniyordu.

İçeri girmek için ellerimi ve boynumu kırığa doğru uzattım, son olarak da kalçamı ve bacaklarımı içeri aldım. Odanın döşemeleri üstündeydim. Doğrulduğumda kanımın aktığını fark ettim. Sanırım boynumdaydı yaram. Yavaşça ilerleyip boş sandalyeye oturmaya çalıştım. Fakat bir anda kendimi sandalyede ayakta buluverdim. Boynumda kalınca bir ip vardı. Kendimi aşağı çektikçe ip boynumu sıkıyordu. Yavaşça başımı sola çevirip onlara baktım. Bana neden buradasın diye sordu anne. Çocuğu işaret edip, onun artık bildiği şey nedir dedim? Kadın yüzüme dahi bakmadı, beni dinlemiyordu artık; öyle umursamazdı ki, neredeyse, orada olmadığıma emin olacaktım. 

Çocuk annesinin kucağından atlayıp böceklere doğru gitti. Onları teker teker külün altına gömüyordu. Sonra dönüp bana baktı. Baştan beri yüzüne yansıyan o gülümseme kaybolmuştu. Gelip ayaklarıma sarıldı. Burada olmadığımızı biliyorum dedi. Boynumdaki ipten kurtulamıyordum. Resmen asılı kalmıştım. Biraz sonra çocuk büyük bir hızla odanın içinde yuvarlanmaya başladı. Kadın ara sıra maşayla çocuğu dürtüyor ve çocuk bir anda duraksayıp sonra tekrar harekete geçiyordu. Sonra büyük bir hızla üstünde asılı olduğum sandalyenin bacaklarını çarptı. O an, küllerin üstündeki böcekler büyük bir hızla hareket etmeye başladılar. Hiç biri ölmemişti demek ki. Sandalye arkamda kalmıştı. Yerde boylu boyunca uzanıyordum. Kafamı kaldırdım, etrafı kolaçan ettim. Odada tektim. Acıyla doğruldum yerden ve tüm evi dolaştım. Evde kimseler yoktu. Odaya geri döndüğümde camdaki kırığı ve yerdeki kan izlerini gördüm. Elimi boynuma götürdüm. İp değil ama kan vardı boynumda. Bu yaranın gerçek olduğuna ve hala acıdığına sevindim. Güneş camdaki kırıktan içeri doluyor ve kurumuş kanımın üstünde iştahla beslenen böceklere vuruyordu. 

*denniswarhol*

Hiç yorum yok: