25.2.07

AYNAYA BAKARKEN

gomlegimdeki sararmis BEYAZLIK
yuzumde inatla yesillenen sert SAKALLARIM
ve bir mart ayi bir sokak kedisinin tuylerini andiran SAÇLARIM
herseye ragmen
soylu bir ruhun goruntulerisiniz
hadi yine iyisiniz

18.2.07

Ben ve evim olsun hayallerim

Tavana yakın pencereler yapalım üstad, boyumu aşsın yükseklikleri. Beni kimse görmesin öyle haberim olmadan, ben de istemediğimde birilerini görmeyeyim. Evin bacasını çok çok uzun yapmalısın. Neden dersen; dumanım şehre karışsın istemiyorum üstad, mümkünse atmosferin de dışına bırakalım külleri, hem belki bir kaç uzaylı leylek yuva yapar ilkokul çocuklarının resim defterlerine.
Kocaman bir yatağım var benim, işte bu yüzden yatak odası en azından o yatak kadar büyük olmalı. Kapıyı açınca hemen yatak başlasın mesela. Üzerimi çıkarmaya kalmasın yerim, sevmem değişmeyi elbiseleri. Mutfak mı dedin üstad? Mutfağı geçelim, çünkü o başka birini seviyor. O yoksa mutfak da yok, yemek de yok, kirli bulaşıklar da yok, mutfak olmasa da olur be üstad, geçelim mutfağı. Sonra bir salon olmalı, duvarlarını kitaplarla kaplamalıyım, sadece kitaplarla mı? İrili ufaklı dostlarım da kaplamalı salonun boşluklarını. Ellerinde sigaraları kahveleriyle sohbetler etmeliler, çekirdekler çitlenmeli, dedikodular yapılmalı, iskambil kağıtları, tavlalar, satranç tahtaları adım atacak yer bırakmamalı. Kalabalığı seviyorum üstad, insan yaşadığına fazlaca inanıyor, kötü şeyleri unutuyor. İnsan kalabalıklar da zor ölüyor olmalı, bu yüzden severim kalabalıkları. İşte tam şu çöplüğe bakan kısımda bir de balkon olmalı üstad, ama mümkünse bu balkon o pencerelerden de yüksekte olmalı. Bir gün kalabalıktan sıkılırsam alırım kahvemi çıkarım diye düşünüyorum, çöplüğe bakarım, sevişmekten, tepinmekten bok içinde kalmış kediler görürüm. Önce tükürüklerim, sonra gözyaşlarım intihar eder üstad, daha sonrası ise bir benoluşun ilanıdır. Evet üstad tüm bu ev, bu kalabalıklar, bu gözyaşları, bu başkalarına aşık kadınlar sevme alışkanlığım, hep o benoluşlara giden kıvrımlı yollardır.
Sonra küçük bir çöp tenekesine sığacak bir atlayış yapmalıyım üstad, bir cambaz gibi...
Üzerimde kediler sevişmeli, kirletmeliler tüylerini ve en çok da beyaz kediler kirlenir üstad, bir sokak kedisi asla ama asla beyaz olmamalıdır.

16.2.07

arızalı masal

Kulenin kapısını açtığımda karşıma çıkan vadinin yeşili, bir düş sevgilisinin kocaman gözleri gibi alımlıydı ama belliydi ki bu kaderle hiç bir yeşile kavuşmak mümkün değildi.
Ellerimi ve ağzımı sonsuza kadar açtım ve bağırdım yırtınırcasına; küsmek istiyorum diye bağırdım; alınmak istiyorum, hayır demek istiyorum, sevmeyebilmek istiyorum. Uzak kalabilmek, nefret edebilmek, temkinli olabilmek, her gördüğüm ışığa atlayan bir sazan gibi olmamak istiyorum diye bağırdım, bağırdım, bağırdım.

Bu yüksekçe kuleden bağırışlarımı takip etmek pek zor olmuyordu, herkese duyurabilmiş miydim yine de emin değildim. Özellikle o yeşil gözlü küçük canavar duymalıydı, ama bu düşüncelerle cebelleşirken ben, işte o yine gelmişti uzun bacaklı zindanımın dibine, alıştığı gibi saçlarımı boşluğa bıraktım bana gelmesi için ve tam o tırmanırken makasla kestim kafamı ense kökümden...

13.2.07

unutmabeni kusmukları

küçük şeylere aşık oluyorum anne.

11.2.07

gönlümdeki köşk olmasa

insan önce kendini sever, hemen sonra böcekleri sevmelidir ve eşeklerin bile bir ruhu olduğunu unutmamalıdır.

ona sanat yapabileceği bir şey aldım; bir çakı, onunla tahtaları oyabilir, hatta çok istediği müzik aletlerini kendisi yapabilirdi.

çakıyı kullanmak zor, kardeşime nazlıya güzel bir kuş yapacağım ilk olarak, kim bilir belki severim ben de bu işi.

anne bak, abim yapmış benim için, güvercinmiş bu, bir kuş. tahtadan ama, abim ağaçlarında ruhu vardır diyor. bakalım bekliyoruz.

nazlı evin çatısına dayalı unuttuğum merdivenin üstünde beyaz bir güvercin görüyor, kendi tahta kuşunu bu güvercine gösterecek, al bak bu da senin cansız halin diyecek belki.

düşünce neler hisseder bir beden, ölünce felan nolur tam olarak.

2.2.07

aşkın elleri gayet küçüktür

Masmavi görünmesine rağmen aslında bir rengi olmadığına emin olduğum bir gökyüzü üzerimde, oramda buramda çokçası sigara içmekte olan bir insan kalabalığı, karşımda deniz kıyısına kurulmuş ulu camiler ve onların efsunlu minareleri, solumda bir tablo gibi şehrin duvarına asılmış topkapı sarayı ve dahası bir kolye gibi istanbulun boynuna asılmış köprüler ve o köprülerin ağırlığına hiç aldırmadan sanat yaşamına devam eden eşsiz boğaz manzarası... Tam yanımda ise bir kaç saattir beraberce yürüdüğümüz iki arkadaşım vardı. Ağladığımı nasıl olduysa benden önce onlar fark etmişlerdi. Ne oldu, neyin var, diye sormaya başladıklarında durumumu yeni yeni anlıyordum. Engellemeye çalıştım, ama bir anda kesilmiyormuş o yağmurlar. Cebimden bir kağıt mendil çıkarıp, iyice kurulandım. Tamam bir şey yok devam edelim yürümeye dedim, sakince... O gün, beni ağlatan şey her neydiyse inan bilmiyorum, ama en son o gün ağladım. Dur bir daha düşüneyim, evet evet, en son o gündü.

Anladım, dedi. Sonra omuzlarımdan tuttu. Anladım, ama bu iyi değil dedi. Ellerini omuzlarımdan çekti, oysa ben hep orada durmasını isterdim. Ne yani çokça ağlasam daha mı iyi dedim. Yoo, ağlamak daha iyi demek istemiyorum ama, bu en son ağladım dediğin gün çok önceleriydi, değil mi? Evet, beş altı sene olmuştu. Daha şaşkın bir ifade takındı, altı yıl gerçekten fazla gelmişti galiba. Ben neredeyse her gün ağlarım biliyor musun, dedi. Her gün ağlayışının bir nedeni vardı elbette ve işte anlatıyordu büyük bir heyecanla. Anlatırken, cümlelerinin ne kadar basit ve kısa cümleler olduğunu farkediyordunuz hemen. Onun sadece kelimelerini değil, yüzünü dudaklarını, ellerini hatta ağzından çıkan güzelim su damlacıklarını (tükürük) de takip ediyordum. Mutluluk gibi bir şeyler hissettiğimi farkettim o an. Bu, bana hep böyle birdenbire olurdu zaten. Sonra sebebini arar dururdum. O ankinin sebebi neydi peki? Yeni birini tanımak, onun hayatında olduğunu düşünmenin kulağa gayet güzel gelmesi mi? Artık başkası değil o benim için diyebilmek belki de sadece. Peki, bu mutlu eder miydi hep?

Hikayesini anlatmayı bitirmişti, bilmiyorum dağılmıştım ben, belki de yarım bırakmıştı. Bir kaç adım ilerimde adeta dans ederek yürüyordu. Ona yetişmek için çabalamadım. O an Haliç'e doğru bakmak istedim büyük bir istekle. Galata Köprüsü'nün parmaklıklarından sallandırdım el işi çantamı bir o yana bir bu yana ve güneşin vedasını izlemeye daldım. Göz kapaklarımdan içeri bir hain gibi sokulan o sinek olmasaydı, izlemeye daha da devam edecektim. Ama şimdi bu davetsiz misafirle uğraşmalıydım. Ovuşturdukça, gözlerim daha çok yanıyor ve acıyordu; ama hala içindeki cesedi çıkaramamıştım. O an, aşkın o küçücük ellerini omuzlarımda hissettim. Kafamı çevirdim, tek gözümle ona baktım. Beni bu halde gördüğüne şaşırmıştı. Ne oldu sana, neden ağlıyorsun, neye üzüldün ki şimdi, diye art arda yağdırmaya başladı soruları. Hayır ağlamıyorum. Gözüme bir şey kaçtı sadece dedim, ama beni dinlemedi bile. O, bana işte tam bu sıralarda aşık oluyordu. Bunu küçük kırmızı bir deniz gibi durmadan dalgalanan dudaklarından anlayabilirdiniz. Dudaklarıyla, gözlerime dokunduğunda, tüm o acının yerini bir ferahlık almıştı. Gözlerinin, ıslak hali de çok hoşuma gitmişti. İşte ben, bir sineğin cansız bedeninde belki de yeni bir hayat bulduğum o gün, ona aşık olmuştum. Ve bu en son aşık olduğum gündü...