15.2.12

Kahvehane



Üzerine yağmur yağmış bir yataktan uyanır gibiydim, ter içinde, nefes nefese...

Aynaya baktığımda kızarıklarla dolu bir deriyle karşılaştım. Işıksızlıktan yüzüm net değildi, bu yüzden sanırım kendime bakar gibi değildim. Saat sabahın dördüydü henüz ama içeride duramazdım bu halde, sahi ne vardı halimde; önceki gece çok kötü şeyler mi yaşamıştım?

Herkes gibi bir hayatım olmuştu önceki gün. Bir erken ölüm gibi uyudum daha güneş yeni batıyorken. Yatakta bir süre tavana dalıp odanın lambası etrafında uçuşan birkaç küçük sineği izlemiştim bir süre. Ondan mı oldu bu kızarıklıklar; ya bu nefes nefese kalma hali neydi. Sanki odam her dakika daralıyor ve içerideki hava bana yetmez oluyordu. Üstüme trençkotumu çekip, altımda iç çamaşırlarımla kendimi dışarı attım. Bir sigara yaktım rahatlamak için. Yürüyordum ama kendi sokaklarım bana tanıdık gelmiyordu. Üşümemek için biraz hızlandım. Bulvarın sağında solunda uzanan tüm sokaklara girmek istedim. Bu bana bir özgürlük gibi geliyordu.

Girdiğim kaçıncı sokaktı bilmiyorum. Bir anda karşıma çıktı o kahvehane. Kırmızı yeşil neon ışıklarıyla koca bir tabelası vardı. Bu, bir yanıp bir sönen ışıklar ve tabelanın altında belirip kaybolan çay bardağı görüntüsü beni içeri çekiyordu. Camlarından baktığımda, dışarıdaki şatafatla pek uyuşmayan bir karanlıkla karşılaştım. Sadece zayıf bir ışık kahvehanenin en uzak köşesindeki bir masayı aydınlatıyordu. Orada oturanlar varsa da görebilmem zordu. İçeride birileri olduğunu hissediyordum ve biraz da üşümüştüm; girip bir çay içmek fikri beni kapıya yöneltti. Adımımı içeri attığımda karanlıkla baş başa kaldım. Sessizlik de beni bir anda kucaklayıverdi. Tek duyulan ses, ocakta kaynayan demliğin ıslığıydı. Ortada dört beş masa ve etraflarında ışıksızlıktan rengi algılanmayan sandalyeler, kahvehanenin tam ortasında ise bir odun sobası. Üst kapağı açık olan sobadaki alevlerin tavanda oynaşan yansılarına dalıp gitmemek elde değildi. Neden sonra köşede aydınlatılan tek masayı hatırlıyordum. Orada birileri var gibi gelmişti dışarıdayken, ama masada kimsecikler yoktu, bu kimsesiz ve kaybolmuş halimle tam bir hayal kırıklığıydı içimden geçen. Bir an kimsenin olmadığı bu mekânda ne işim var diye sordum kendime. Buradan hemen çıkmalıydım. Tam da o sırada sobanın arkasında kımıldayan bir gölge olduğunu fark ettim. Soğuktan mı sobanın alevinden mi bilinmez titreyen bu gölgeye doğru birkaç adım atıp selam deyiverdim. Ama gölge sadece kıpırdayarak aldı selamımı. Bu gölgenin bir bedeni var mıydı bilmiyordum. Ona o kadar yakındım ki yine de onun ait olduğu bedeni göremiyordum. Selam dedim tekrar, gölgeler konuşamaz dercesine el salladı bana. Bir çay içecektim, çok üşüdüm de bana bir çay verebilir misiniz, dedim. Gölgeler çay veremez ki demedi, kalktı; otururkenki boyuyla çok fark etmeyen bir yüksekliğe kavuştu ayaktayken ve ocağa doğru yöneldi. Gölgelerin bir boyu olmaz ki dedim kendi kendime, ışık onları uzatıp kısaltır. Öyle bir karanlığa düşmüştüm ki bu sabah, bedensiz bir gölgenin varlığına inanabiliyordum. Kendi kendime gülüyordum.


Sonra çayımı getirmek için ışıktan uzak adımlar atarak ocağa yöneldi. Ocağın etrafında sadece kazanın ateşinin yansımaları vardı, anlayacağınız gölge burada da sığınacak bir liman bulabilmişti kendine. Sonra bana karanlık kadar demli bir çay getirdi. Bir yudum aldım ve içimi ısıttım. Ona doğru baktım. Bir soluk alma sesi, bir hırıltı duymak istiyordum en azından. Sizi göremiyorum dedim, yüzünüzü, saçlarınızı, üstünüzdekileri göremiyorum. Sadece bir karanlıksınız siz, ama bu çayı bana getirebiliyorsanız bir eliniz de olmalı.


Konuşurken gözüm bir yandan kendi gölgeme gidiyordu durmadan. Karanlıktan daha koyuydu, demek ki bir ışık vardı yine de; o halde ben neden bu gölgenin sahibi olan bedeni görememiştim o gece? Ondan hiçbir cevap alamadım. Sonra sobanın tavandaki ışık oyunların daldı yine gözlerim. Bir sigara daha yaktım sonra ve dumanını üfledim tavandaki ışığa. Dumanın yansıları her tarafımda dolaşıyordu. Yüzümü aleve yakınlaştırdım iyice, kendimi görünür kıldım. Tüm gölgeler beni görebilsin istedim, biliyordum hepsi beni izliyorlardı. Bu masaların hepsi doluydu aslında, tek boş olan masa ise o köşedeki aydınlık masaydı. Sonra demliğin ıslıkları, kaşıkların ince belli bardaklardaki şakırtılarını duydum. Sohbet eden insanların sesleri gelmeye başladı.


Keşke güneş hiç doğmasaydı da kahvehanenin kirli camlarından içeriye ışık girmeseydi; eve dönerken gölgemi tam ayakucumdan kesip burada bırakabilseydim ya da. Keşke tüm gölgeler asık yüzlü insanlara, zevksiz kumaşlara, kırık sandalyelere dönüşmeseydi.


Keşke uykumdan hiç kalkmasaydım.