Bugün sensiz bir günden farklı olacaktı. Yokluğundan, ya da başka her neyse, şikâyetçi olmayacaktım. Ne eksik kahvaltı, ne soğuk çay; ne de sokağa her adımımı attığımda beni aptala çeviren bu arsız rüzgâr beni yakındırabilirdi. Saçlarım dağılacak gibi uzun değildi ve savrulacak kadar zayıf da değildim artık, o halde rüzgârı umursamamak için nedenlerim vardı.
İlk önce her şey aynıydı. Kalktım, yatağı topladım. Sonra tıraş olmak için banyoya girdim. Her şey şaşılacak derecede aynıydı hala. Aynaya bakarken bir yüzüm varmış gibi davrandım yine. Bir an sen sandım kendimi ve korkuyla bekledim yüzümün tekrar belirmesini. Bende unuttuğun fırçanla dişlerimi fırçaladım. Musluğu açmak için ellerini aradım, tıraş olurken omzumun üstünden bakan gözlerin aynada beliriverdi bir an. Parlak iç çamaşırların, siyah kedili süveterin kirli sepetinde ışıl ışıl duruyorlardı. Çamaşır makinesi hatıraları da temizleyebilecek miydi? Belki bir sobanın acımasız alevi onlar için daha kalıcı bir çözüm olacaktı. Kahvaltıda sen varmışsın gibi tek bardak çay doldurdum. Çünkü sen zaten çay içmezdin ve sonra sana az şekerli bir kahve yapıp kendim içtim. Her zaman senin kendine aldıklarına ve yaptıklarına sulanmaz mıydım?
Sonra sokağa ürkerek adımımı attım. Şikâyet etmeme oyunum bu ürkekliğimi affettirecekti. Önce rüzgârı öptüm yanaklarından; bir elimde dergilerim, bir elimde sigaram salındım sahil boyu, böylece ellerim boş kalıp seni aramadılar. Bir banka oturdum, yanıma birkaç kedi yanaştı, kucağıma alıp sevdim tekir olanı, konuştum sonra hepsiyle. Soğuktan yakındılar; tam haklısınız bu sene havalar erken soğudu diyecektim ki, vazgeçtim. Beyaz, sarı, siyah tüyler ceketimin her yerindeydi, umursamadım. Kucağımda tekirle sahil boyu yürümeye devam ettim.
Birkaç kitap aldım tezgâhtan, bir tanesini sesli sesli okudum bir parkta. Kelimelerin canlandığını hissediyordum yüksek sesle okurken. Biliyordum ki o kelimeler canlanıp gitmeleri gereken yere varıyorlardı. Araba dediğimde bir adam kornaya basıveriyordu, acı dediğimde bir at kırbaçlanıyordu. Kitabın bir yerinde kızıl bir sincaptan söz ediliyordu. Birkaç paragraf sonrasında ise bu sincabın ölümü anlatılıyordu. Ben ölüm kelimesini okumuyor ve atlıyordum. Biliyordum ki ölüm denen şey sadece bilinçle ilgiliydi. Bu yüzden delirmeyi istedim o parkta o an. Bilinçsiz bir deli. İnkar etmeyen deliliği kabullenen bir deli bile olabilirdim. Seninle delirmekten sık sık söz ederdik. Bir delinin bakışlarının doğallığı ve bu doğallığın verdiği gerginlikten. Belki insanlar doğallıktan bu kadar korkmasalardı en değerli en yüce şahsiyetler o delilerden çıkardı. Kim bilir belki de zaten böyleydi.
Kitapları bir ağacın altına üst üste koyup oturdum, başıma bir elma düşseydi belki her şey daha gerçek ve alışılmış olacaktı; ama ben en fazla yarım saat kestirdiğim o ağaç dibinde birkaç azman köpeğin hırlamasıyla uyandım ve yer çekiminin artan kilolarımla bir olduğu bir durumda can havliyle ağaca zor tırmandım. Ağaca tırmandıkça yukarda esen güzel kokulu rüzgârı duyumsadım. Hayır, bu benim balkonumda esen o kaba rüzgarla hiç benzeşmiyordu. O an orada olsan ağaca tırmanarak bu hayattan kaçabileceğimiz bir hayal kurabilirdik. Hayallerin bile vergilendirildiği sınırlandırıldığı bir dünyada yaşamak kimin fikriydi. Hangi densiz bizi buralara atıvermişti. Dört duvar arasında geçirdiğimiz bu hayatlar aslında hangi sınırsızlığın uzamlarıydılar.
Ne yapayım yine döndüm dört duvar arasına başım önümde. Hiçbir şey değişmiyordu senin olmadığın bir günün özetinde. Sadece sen olmuyordun içinde ama her şey aynıydı. Eve dönerken merdivenlerle hala yukarı çıkmak gerekiyordu. Kapılar hala gıcırdayarak açılıyor ve ev hala çürük bir insan kokusu yayıyordu. Evet çürüyordum. Günden güne azalıyordu parlaklık. İçinden senin eksildiğin bu dünyayı tersyüz edip, içinden bu dünyanın eksildiği bir sen yaratmak isterdim. Belki de sen bunu yapmıştın ve içinde benim olmadığım bir dünyayı tercih etmiştin.
Senden bana en son bir fotoğrafın kalmıştı o melankolik şarkılardaki hikâyeler gibi. Ben de yine o şarkıların etkisinde kalmış olacağım ki orasından burasından yırttım fotoğrafı. Önce paramparça ettim, sonra tekrar birleştirdim ama neden bilmem bu yapboz oyununda yüzün hiç de eskisi gibi çıkmadı karşıma. Ya gülüşün eksik kalıyor, ya gözlerin eskisi gibi ışık saçmıyordu; ya ben sana yabancılaşıyordum ya da sen başkasının oluyordun. Şimdi o fotoğrafa bakıp sana uzun bir sitem etmek isterdim. Ama dedim ya bugün hiç şikayet etmemek için söz verdim.
Kime? Kendime.
*DW*