Tren garının yirmi metre ilerisinde bir kahvehanede zamanın geçmesini bekliyordum. Sadece bir saat sonra onu getiren tren gara yanaşacaktı. Tam altı aydır onu görmüyordum. Ne gittiği yeri, ne de ne halde olduğunu biliyordum. Tam tamına üç saat evvel gelip, onu beklemeye başladım. İçtiğim altıncı bardak çay ve beşinci sigara ile ona gitgide yaklaşıyordum. Her nefes duman, bir durak geçişi gibiydi ve her yudum çay, bir kilometre yol gibi beni ona götürmekteydi. Kafamı cama doğru çevirdim. Hava biraz önceki kapalı halinden kurtulacak gibiydi. İleride ağaçların yeşilliğine vurmuş güneş, saniye saniye sarartıyordu gökyüzünü. Yeni atılmış asfalt ise hala ıslaktı. Kuşlar yağmur ertesi ziyafetleri için yere konmuşlar ve arabaların geçişine dahi aldırmadan birbirlerinden daha önce yerdeki kıt ganimeti kapışma derdindeydiler. Biraz sonra bakışlarım, içinden geçip dışarıya yöneldiği pencerenin camına yoğunlaştı. Bu kadar temiz bir kahvehane camına hiç rastlamamıştım doğrusu. Öyle ki üzerinde dolaşan sinek, gökyüzüne konmuş dev bir canavar gibi görünüyordu. Masadaki gazeteyi sineğin tam üzerine yapıştırıp her şeyi biraz kirletebilirim diye düşündüm, kendi kendime güldüm.
O sırada gara bir tren yanaşıyordu, beklediğim kişinin nereden geleceğini bilmediğim için; henüz gelmesine vakit olsa da, tüm trenleri karşılamak için ayağa kalkıp pencereye yöneliyordum. Öyle ki ,işine aşık olan bir gar görevlisi gibiydim. Tren, iki dakika sonra hareket etti, inen bir kaç üniformalı beni heyecanlandırdıysa da onu aralarında göremedim. En son, kucağında küçük bir kız çocuğuyla bir ihtiyar indi trenden. Nedense, iner inmez, bu mesafeden de olsa beni görür gibi, bana doğru ilerledi. Şimdi yavaş adımlarla kahvehaneye gelen bu adamı daha önce hiç görmemiştim. Biraz sonra kapıyı açıp içeri girdi. Kapı, arkasından gürültüyle kapanır kapanmaz kucağından kız çocuğunu yere bıraktı ve boş bir masaya ilerledi. Kahvehanenin temizliğini yapan kız, masanın üstündeki küllükleri boşaltırken benim altı izmaritim ve küllerle dolu tabağıma iğrenen bir ifadeyle baktı. Bense, hemen bir sigara daha yaktım ve içeri giren bu adama neden bu kadar hayret ettiğimi anlamaya çalıştım. Neden bu kadar tedirgindim. En azından neye benzediğini biliyordum beklediğim kişinin. Hem altı ayda bu kadar yaşlanmış olması mümkün değildi ki, içimden yine kendime güldüm. Belki bir tren değil, bir zaman makinesiydi beklediğim ve beni kendi geçmişime götürüyordu.
Bana söylenilen zamana yalnızca yarım saat kalmıştı. Şimdi küçük kız, penceredeki sineği kovalıyor, yaşlı adam ona gülümseyerek ama nedense hüzünle bakıyordu. Kızın hareketleri çok hızlıydı, bir cama bir yaşlı adama doğru seğirtiyor ve arada bir de gazozundan bir yudum alıyordu, onun masaya hızla yanaştığı zamanlarda yaşlı adam, çay bardağını iki eliyle tutup, devrilmesini önlemeye çalışıyordu. Adamın bir an ayağa kalktığını fark ettim. Evvela temizlikçi kıza fısıldadı, sonra cebinden çıkardığı bozuk paralardan itina ile bir kaçını seçip, çay tabağının içine bıraktı. Kız, birden kendine emredilmiş gibi adama koşup eline sarıldı. Adam dışarı çıkmadan evvel bana doğru bir kaç adım yaklaşıp iyi günler efendim dedi, sanırım birini bekilyorsunuz. Bunu bilmesine çok şaşırmadım ama; benimle iletişime geçmesi afallatmıştı. Evet, dedim birini bekliyorum. Emin misin geleceğine dedi. Eminim dedim. Ne mutlu sana o halde, iyi günler evladım dedi ve ağır adımlarla dışarı çıktı.
Arkasından kalkıp gitmek istedim. Sanki bu soruların içinde bir ima arar gibiydim. Ne yani emin olmamalı mıydım? Neden sonra, adamı pek ciddiye almamam gerektiğini düşünüp, bir sigara daha yaktım. Temizlikçi kız elindeki gazeteyle sineği öldürmüş yerde can çekişini izliyordu. Sonra arka cebinde çıkardığı bir bezle camı silmeye koyuldu. Gökyüzünü bu şekilde temizleyemezsiniz diyecek oldum. Sonra vazgeçtim ve gözüm güneş ışıltısıyla parlayan raylarda beklemeye devam ettim. Zamanın geçmesini mi bekliyordum, onu mu bekliyordum bilemedim.
*dennis warhol*