21.7.07

Haldun Taner----On İkiye Bir Var

Nasıl başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi. Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşlı bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içeri, saate bakmaya koştu. Ben o aralık: "Üçü yirmi geçiyor" deyivermişim. Bu tutturuşa, önce kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamanı bazen dakikası dakikasına kestirmek mümkündür. Görünürde vapur filan olmadığı anlaşılınca gözler faltaşı gibi açıldı: "Peki ama nasıl bildin?" "Bilmem" dedim. "Dilimin ucuna geliverdi işte." Rahmetli halam: "Tesadüf a canım" dedi. "Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle şeyler." Öbürküler de: "Evet" dediler. "Tesadüf. Ama bu kadar olur yani." İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu üç hece ile ne güzel ortadan kaldırıverirler. Kahinliğimin sırf bu tesadüfe dayandığı oybirliği ile kabul edildi. Hatta ben bile buna inandım. İnanacaktım. Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde yatağımda uyandım: "Bire beş var. Bire beş var" diye sayıklıyordum. Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu. Biraz sonra saat "dan" diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıldım. Hayır. Bu defa ki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içime işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok... Tıpkı, ağırbaşlı bir pandül gibi... Önce, bir kabus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hala kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine kapandım. Boşuna... Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. "Lamı cimi yok, tozutuyorum" dedim. Ter içinde yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı, evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne geçerlerdi.İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim, bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip, sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu. Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayınladı.Hiç unutmam, rapor: "Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir samia hassası ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahede edildi" diye başlıyordu. Bana kalırsa, ben bunu soyaçekimle izah taraflısıydım. Şeceremi araştırdım, bulmadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor. Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyük babamın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı ses, onun tik takları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik takları noktaladı. İçimdeki pandülün tik takları da tıpı tıpına tam onun pandülünün temposunda. Öyle ağır, öyle tok. İmdi doktorun tezi şu: Normal üstü bir duyma hassam olduğu için şuuraltım, bu pandülün temposunu adeta bir plak gibi zapt edip kendisine sindirmiş. Şimdi ben o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat olup çıkmışım. Bu durumda bana: "Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat başlarını çalmıyorum?" diye sormaktan başka bir şey kalmıyor. Kötü, çok kötü... İster misin büsbütün azıtayım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Telefon Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim. Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatleşen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir armut sanan kadar olağandır. Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastasına resmen "sen tozutuyorsun dostum" demiştir. Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni doktor mu kurtarır, ilaç mı, telkin mi? Hemen, kesin bir prensip kararı verdim: Bundan böyle saat tahminlerine paydossss... O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kullanmazken ilk defa kendime bir sat aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden... Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta hiç falso vermedim. Fakat sonra... Tevekkeli, huy canın altında dememişler. Mesela büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra zamanla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tahmin yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körleşirse. Arada bir, irademin dalgın anlarından faydalanarak, kaçamak tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere mesela. Yahut iki... Kontrolü, kendi saatimle yapmayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, kolunu aç, saate bak. Nerede kaldı, verdiğim prensip kararı? Halbuki meydan saatlerinin altından geçerken, insanın gözü pekala yanlışlıkla şöyle bir yukarı doğru kayabilir. Çoğu defa, kendimi tongaya bastırmak istediğim oldu. Bile bile, sırf yanılmış olmak için, 8.15 diye atıyordum mesela. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi gerçekten on beş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmiştim. Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediyesinin yanındaki saatin altından geçerken yine böyle kaçamak bir tahmin yaptım. "7.11" dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım. Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu sanki. Kendi kendime "Al kalemi" dedim. "Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar sırasına girdiğin mutlu ve tarihi bir gündür." Fakat sevincim içimde kaldı. Tam o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? "Meret yine on dakika ileri gidiyor." diye tamire kalkışmaz mı? Kaç doktor değiştirdim. "Korkacak bir şey yok" diye yemin ediyorlar. İnşallah doğrudur. "Geçer mi?" diye sordukça, "bilinmez" diyorlar. "Hem bunun size ne zararı var kuzum? Faydaları da caba." Doğru. Faydasını neden inkar etmeli. Mesela ben bugüne kadar tren, vapur kaçırmış insan değilim. Gece saat kaçta yatarsam yatayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin istediğim saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme duyduğumu saklamayacağım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul... Ama zihnimi, benliğimi, şuuraltımı hassas bir anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba bir gün, radyomun akümülatörünü yormayacak mı? Doktor: "Zamanı unut, alakadar olma" diyor. "Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim." İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle, ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek? Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun tıkırtısı... bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerlerinin ray kesiminde çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan topal bir ihtiyarın adımları. Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir, neşesizsem keyiflendirir. Tersine, bu tempoya uymayan seslerden de öylesine sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dalgaların aralığını bozduğu için bütün vapurlara kızıyorum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı hızlı dövmeye başlayınca, beni bir huzursuzluktur alır. Çalışıyorsam dururum, düşünüyorsam kafam işlemez olur, oturuyorsam kalkarım, uyuyorsam uyanırım. Hasılı rahatım kaçar. Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu şaşırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şehirde oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı. Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atıyorum. Ne daha hızlı, ne daha yavaş... Sokağa başka biriyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atarken o iki, üç atabilse yine uyuşacaktık. Adımları küsurlu idi. İki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir insanın ruh temposu benimle nasıl uyuşur? Batı müziğini neden seviyorum. Her bestenin atında bir metronom tiktakı sezdiğim için. Geçende Balkan radyolarından birinde Beethoven'in 8'inci Senfonisini dinliyordum. Üstadın, metronomu bulan Maelzel'e armağan olarak, ritmik metronom temposunda çalınsın diye bestelediği o ikinci mouvement'ı, o her dinleyişimde kendimden geçtiğim caanım Allegrotto Scherzendo'yu herifler tutup da Rubato çalmazlar mı?... Yakalayıp radyoyu yere çalasım geldi. nefesimi en tıkayan bir şey de, durmuş saatler. Topkapı Müzesi'ne her gidişimde saatler bölümüne uğramadan edemem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup hemen kendimi dışarı atarım. Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Yaşama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur, hareket ederiz. Kimi hala alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Fransisco... Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkitbaşı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak... İleri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu. Bunları laf olsun diye söylemiyorum. İnsanlar, her bakımdan saate benziyorlar. Hatta güleceksiniz belki; boş zamanlarımda öbür insanları da kendim gibi saate benzetmek en sevdiğim hayal oyunlarımdan biri. Tanıdıklarıma, yakınlarıma bakıp bu, saat olsa nasıl bir saat olurdu diye düşünürüm. Yahut tersine, saatten hareket edip insana geldiğim, belirli saatlerin insan olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini düşündüğüm de olur. Mesela odamdaki duvar saatini alalım. Ben onun huzurunda mambo çalamam, bir kıza sarılamam. Camekanlarının altından büyük peder bakıyormuş gibi gelir bana. Bu saat, odaya, radyo İtri'den, Dede Efendi'den bir şey çalarken daha bir yaraşır, kendini o zaman daha bir evinde hisseder. Halinde, vuruşunda, işleyişinde bizlere karşı, bir küçümseme sezerim. Kim bilir, derim; zamanında ne ağırbaşlı ne efendice, ne olgun ve dolgun saatler vurmuştur da şimdi bizim bu havai, bu fasafiso, bu çocukça ve budalaca saatlerimizi vurmaktan sıkılıyordur. Bu saat konuşsa, muhakkak ağdalı, terkipli bir divan edebiyatı Türkçe’si konuşacaktır. Vuruşları bile, aruz üzre şiir okur gibidir. Sanki her saat başı Ziya Paşa ile birlikte: "Sanma ki saat çalar Bil başına tokmak vurur" diye bizi azarlamaktadır. Misafir salonunda fanus içinde duran konsol saati büyükannemin çeyizi imiş. Büyük valde saat olsa herhalde böyle tertipli, kıvrak, pırıl pırıl, hanım hanımcık minyon bir saat olurdu, diye düşünürüm. Politikacıları neye benzetiyorum biliyor musunuz? Topkapı Müzesinde gördüğüm, istenince nihavent, istenince acemaşiran makamında çalan çalgılı eski saatlere... Tahsildarlar saat olsa, muhakkak sayaç mekanizması gibi işlerlerdi. Geçen gün dairede, bizim şefin tepesindeki sessiz işleyen elektrikli duvar saatine dikkat ettim. Eminim ki şef saat olsa, tıpkı böyle işlerdi. Sinsi sinsi. Hiç işlediğini belli etmeden. Bir bakarsın yelkovan hareketsiz duruyor, bir bakarsın bir dakika atıvermiş. Müzisyenlere gelince, onların metronom gibi işlediklerine eminin. Hele orkestra şefleri... Bir Toscannini, bir Karayan, bir Furtwangler, şahıslaşmış, mükemmelliğin doruğuna ermiş en hassas birer metronom değil de nedirler? Öbür saatlere kıyasla Metronomun bir iyiliği; temposunun istediği gibi hızlandırılıp yavaşlatılabilmesi... Çekersin ağırlığı yukarı, tempo yavaşlar. Tik... tak... tik... tak... İndirirsin aşağı hızlanıverir. Tiktak... tiktak... Böyle bir ağırlık da öbür saatlere takılabilse... Bunu, geçen gün bizim doktora açtım. Güldü: "Ne o, şimdi de zamanı mı yavaşlatmak istiyorsun?" dedi. Hem de nasıl... Eskiden hiç böyle bir zorum yoktu. Bu, bana şu son günlerde arız oldu. Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var. Belki de kuruntu. Belki de kurgum bitmeden zembereğim bozulacak. Zamanı durdurmak, yavaşlatmak, o akibeti kabil olduğu kadar geriye atmak merakı herhalde buradan geliyor. Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır... Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum. Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde... Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız. Bu keşfimi nerde yaptım biliyor musunuz? Bir yılbaşı gecesi, Kadıköy vapurunun güvertesinde... Paltoma bürünmüş gidip ta buruna oturmuştum. Bir ara uyuklar gibi olup, birden silkindim. "On ikiye bir var" diye söyleniverdim. Çakmağı yakıp saate baktım ki; doğru... Saniye yelkovanı döndü, döndü, altmışın üstüne gelince çıt... Saat 11.59' ken, 12 oluverdi. Gün kadranında Çarşamba, yerini Perşembe ile değiştirdi. 31 Aralık çekilip yerini 1 Ocak'a bıraktı. Saat, yılı göstermiyordu ama, 1952 bitip 1953 başlamıştı. Bütün bunlar, bir küçük an'ın marifeti. Hepsi şu ufacık yayın "tık" diye atıvermesi ile oluyor... An an'ı kovalıyor, an'lar sonsuzlukta eriyor. Çarşamba perşembeyi, perşembe cumayı sürüklüyor. Kasım, aralık oldu, aralık ocak, ocak şubat olacak. Şubat da mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı yara yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğru. Karşımda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaştıkça yaklaşıyoruz... Ah şu vapur bir dursa... İyisi, geri geri gitse... Akreple yelkovan, yollarını şaşırıp ters işlemeye başlasalar. Gün kadranı perşembeden çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebebe doğru ters bir akış başlasa... Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansızlık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünyanın denizleri biter efendi... Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak. Bari, geçişini iyice hissetsek.Vapur, Kızkulesi açıklarında... İşte Salacak'a yaklaşıyoruz... Na şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği... Şu mavi lambalar Kordon Otelinin değil mi? Vapur yana dönüyor. İşte Kadıköy İskelesi. Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gelmek var. Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, "a gelmişiz" diye şaşakalmak... Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcununkine ne kadar benziyor... Dakikalarının değerini biz ancak yılbaşından yılbaşına anlıyor, onların geçişini o gece -o da 11.55'ten 12'ye kadar- dikkatle takip ediyoruz. O da neden? Aklımız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı açtıklarından. Yılbaşı geçince de yine alt kat kamaraya inip gazetemize dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir eski yılı kapayıp yenisini açmıyor? Neden bu dikkati her günün her saatinde, her dakikasına, her saniyesine çevirmiyoruz? Biz kendisini unutunca, coşkun bir sel gibi geçen zaman dikkatimizi her saniyesine çevirince, düz ovada kıvrıla kıvrıla akan tembel bir nehre dönecektir. Bütün mesele, dikkatimizi saniyelerin geçişi üzerine toplamada. Peki, bunu nasıl yapacağız. Onu da buldum: Kendimizi saatlerin tiktakına vererek. Zamanın, dolayısıyla yaşamanın şuuruna varabilmenin en iyi yolu saatler ortasında yaşamaktır.Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pencerelerini sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara bir bezle bağlayın. Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktakında, zamanın geçişini düşünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, zamanı yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye yanınızdan kayıp gittiğini... Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan geliyor. Açık arttırmalardan, antikacılardan, her çeşit saat toplamağa başladım. Çift kurgulu cami saatleri, elektrikli saatler, gümüş kapaklı eski Serkizof saatleri... hatta geçen gün eve, işe yaramaz diye Tramvay idaresi deposuna atılmış koca bir meydan saati bile getirdim. Sabahleyin otuz beşinin de kurgusunu tazeliyor, akşam eve gelince sırtüstü yatıp, kulağım onlarda, her dakikanın, her saniyenin, her salisenin şuuruna vararak yaşadığımı olanca kesafetiyle hissediyorum. Dört tarafı ayna kaplı bir salon nasıl mekanı sonsuzlaştırır gibi olursa, insanı dört yandan saran saat tiktakları da zamanı adeta dondurup şuurlaştırıyor. Parmaklarımız arasından ince bir su gibi uçup giden zamanı ancak böylece iki elimizle kavrar gibi oluyor, sonunda yine parmaklarımız arasından kaçırsak bile, varlığını dokunmuşçasına kuvvetle duyuyoruz. Saatlerin her biri kendi kişiliğine göre işliyor. Kimi acele acele, işgüzar işgüzar. Kimi ağırbaşlı, yavaş. Kimi genç bir kadın gibi sekmekte... Kimi dörtnala almış başını gidiyor. Şurada biri pamuk atan hallaç temposunda... Öbürü, üstündeki örste demir döven demircinin çekiç gürültüleri içinde. Hasılı odam, otuz beş saatin çeşitli tik takları ile dolu. İşte" diyorum... Bir dakika geçti... İki dakika geçti geçti, üç dakika... dört, beş, altı... bir çeyrek... Katı kalpli duvar saatim, şimdi hayatımdan eksilen çeyrek saati klasik melodisi ile kutlamaktadır: La si do laaa...Sonra yine: Tiktak, tiktak, tiktak; tiktak, tiktak, tiktak, tiktak. Yirmi dakika geçti, yirmi üç, yirmi beş, otuz... Ve yarım saati kutlayan ikinci melodi: Do si la miii...Bir otuz dakika daha geçince, duvar saatimin keyfine diyecek yoktur artık. Hayatımın koca bir saatini yemiş bitirmiş olmanın neşesi ile deminden beri kesik kesik çaldığı melodisini şimdi artık bütünlemektedir: La si do laaa do si la miii... Sonra kafama tokmak vurur gibi: "Dan, dan, dan, dan, dan, dan." Onun ilk "dan"ı duyulur duyulmaz, orkestra şefinden komuta almış gibi, irili ufaklı bütün öbür saatler de hep birden boşanıveriyorlar. Kimi yangıncı kampanası gibi: Lingir, lingir, lingir. Kimi kapı çalınır gibi: Zırrrt. Bazısı kibar, edebli, sakin; bazısı acar, şirret, ciyak ciyak... Guguklu saatin küçük kuşu da geri kalır mı: Guguk... guguk... guguk... Bu gürültüden sonra yine sükut: Tiktak, Tiktak, tiktak, tiktak. Bir dakika daha geçti. Üç dakika daha geçti, beş dakika daha... bir çeyrek: La si do laaa...Sonunda ya sapıtacağım. Yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği bozulmak kaygısından kurtulacağım. Üçüncü bir ihtimal daha varmış ki onu hiç düşünmemiştim. İlkin, ikinci ihtimal en kuvvetlisi görünüyordu. Her akşam iş dönüşü tiktaklar içinde geçirdiğim bir iki saat beni her gün biraz daha zamanın akış şuuruna erdiriyor, aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu. Daireden yıllık iznimi alınca, iki saatlik zaman şuuru kürümü günde on iki saate çıkardım. Yirmi gün odama kapandım, bir yere çıkmadım. Kürüme sebatla devam ettim. İznimin son günü idi. Saat 12'ye geliyor. Koltukta başım yana dönmüş, uyuyakalmışım. Böyle her uyuklayıp uyanışta aklıma ilk gelen, saat olur. Bu defa inanılmayacak bir şey oldu: Silkinince saat aklıma gelmedi. Olacak iş mi bu? Saatlerce baktım. Hepsi 12'ye 1 var. Ama tiktakları duyulmuyordu. Önce durmuşlar sandım. Hayır, işliyorlardı. Duvar saatinin pandülü bir sağa, bir sola gidiyor. Demir döven demirci, durmadan çekiç sallıyor. Saat on iki oldu. Söz birliği etmişçesine hiç birinin saat başını vurduğu yok. Belki saati de vuruyorlardı da ben duymuyordum. Belki ne kelime, bal gibi vuruyorlardı. Zillere tokmakların vurup durduğunu, küçük kuşun kafesinden fırlayıp fırlayıp haykırdığını gayet iyi görüyordum. Ama sesleri çıkmıyordu. Gözümü kapayıp içimi dinledim. İşin kötüsü, içimdeki pandülün temposu da yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum. Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım. Doktor, "Ölmedin" diyor. "Ölsen bunları yazabilir misin?" Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum. Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum. Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir saatim. Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum.

27 Ekim 1953 / Moda

11.7.07

Bilimkurgu Okumamak Üzerine----Ursula K. Le Guin

Bilimkurgu okumayan insanlar ve hatta bilimkurgu yazanların bir kısmı, bilimkurguda kullanılan fikirlerin hepsinin uzay mekaniği ve kuantum teorisi ile sıkı bir bağdan kaynaklandığını ve sadece NASA'da çalışan ve video kayıt cihazını programlamayı bilen okurlar İçin yazıldığını varsayarlar veya öyleymiş gibi yaparlar. Böyle bir fantazi, yazarların kendilerini üstün hissetmelerini sağlarken, okumayanlara da okumamak için bir gerekçe vermiş olur. Bunu anlamıyorum; teknoloji fobisinin derin, konforlu, oksijensiz mağaralarına sığınarak zırlıyorlar. Bilimkurgu yazarlarının da çok azının "bunu" anladığını anlatmaya çalışmanın bir faydası yok bu insanlara. Biz de, videoya "Başyapıtlar Kuşağı"nı kaydetmeye niyetlendiğimiz halde, genellikle "I Love Lucy" dizisinin yirmi dakikası ile bir güreş müsabakasının yansını kaydetmiş olduğumuzu fark ederiz. Bilimkurgu kitaplarındaki bilimsel fikirlerin çoğu ilkokulu bitirmiş herkesin eksiksiz anlayabileceği ve gerçekten bilindik şeylerdir; öte yandan zaten kitabın sonunda kimse sizi bu bilgilerden sınava tabi tutmayacak. Kaldı ki bu yazılanlar fark ettirmeden verilen bir mühendislik dersi falan da değildir. Matematik Şeytanının icadı olan "öykü şeklinde problemler" de değil. Öykü bunlar. Kendiliğinden ilginç, güzel, insanlık durumuna uygun olan bazı konularla oynayan kurgular sadece. Kaba ve kusurlu "bilimkurgu" adında dahi, "bilim", "kurgu"nun hizmetindedir, "kurgu"nun anlamını tamamlayıcı bir işlevi vardır.Mesela Karanlığın Sol Eli adlı kitabımdaki ana "fikir" bilimsel bir şey değildir ve teknoloji ile hiç alakası yoktur. Burada biraz fizyolojik hayal gücü vardır - bedensel bir değişim. Çünkü uyduruk dünya Gethen'deki insanların belli bir cinsiyeti yoktur. Zamanın çoğunda cinsiyetsizdirler, ayda bir kez kızışırlar, bazen kadın, bazen erkek olarak. Bir Gethenli hem bir bebek doğurabilir, hem de bir bebeğin babası olabilir. Şimdi, böyle bir şey uydurmak size ister tuhaf, ister uygunsuz, ister heyecan verici gelsin, bunu kavramak veya roman içinde ima ettiği şeyleri anlamak çok da bilimsel bir zekâ gerektirmez.Aynı kitapta başka bir unsur da bir buzul çağının ortalarında olan gezegenin iklimiydi. Basit bir fikir: Soğuk; çok soğuk; hep çok soğuk. Dallanıp budaklanmalar, karmaşıklıklar ve akisler, hayal gücünün ayrıntılara inmesiyle ortaya çıkar.Karanlığın Sol Eli'nin gerçekçi bir romandan tek farkı, okurdan o an için anlatı gerçekliğinde belirli ve sınırlı bazı değişiklikleri kabul etmesinin istenmesidir. Yani iki buzul çağı arasındaki ılıman bir iklimde, iki cinsiyetli insanlar arasında Dünya'da (diyelim ki Gurur ve Önyargı'da veya istediğiniz başka bir gerçekçi romanda) değil de, bir buzul çağında, erdişiler arasında Gethen'de bulunmuş oluyoruz. Bu arada her iki dünyanın da hayal ürünü olduğunu hatırlamakta fayda var.Öğelerdeki bilimkurgusal değişiklikler ne kadar eğlenceli ve şık olsalar da esasen kitabın doğası ve yapısının gerektirdiği şeylerdir. İster romanda asıl peşine düşülen ya da keşfedilen şeyler olsunlar, ister bir metafor veya sembol görevi görsünler, bu öğelerdeki değişiklikler toplum ve karakter psikolojisi çerçevesinde, kurgu tarzında betimlemeler, olaylar dizisi, duygular, imalar ve imgeler yoluyla çözümlenir ve somutlaştırılırlar. Bilimkurgulardaki betimlemeler, varsayılan ortak deneyimlere hitap eden gerçekçi kurgudakilere nazaran, Clifford Geertz'in deyimiyle bir bakıma daha "yoğun"dur. Ama bunları anlamanın zorluğu, herhangi bir karmaşık kurguyu takip etmenin zorluğundan daha fazla değildir. Gethen dünyası daha az bildik' bir yerdir, ama aslında Jane Austen'ın araştırdığı ve son derece canlı bir şekilde somutlaştırdığı İki yüz yıl öncesinin İngiliz sosyal yaşamına nazaran son derece basittir. Her ikisi de kelimeler dışında, yani bunlar hakkında okumak dışında şahsen deneyim edinebileceğimiz yerler olmadığından, her iki dünyayı da anlamak için biraz çabaya ihtiyaç var. Bütün kurgu eserler bize başka türlü erişemeyeceğimiz bir dünya sunarlar; bu dünyanın erişilmezliği İster geçmişte kalmış olmasından, ister uzak ya da hayali yerlerde geçmesinden, ister bizim başımızdan geçmemiş deneyimler hakkında olmasından, isterse bizi kendimizden farklı zihinlere götürmesinden kaynaklansın. Bazı insanlara göre dünyalardaki bu değişiklikler, bu tanışık olmama durumu, üstesinden gelinemez bir engeldir; bazılarına göre de bir macera ve zevktir.Sürekli bilimkurgu okumasalar da en azından bir kere hakkıyla bilimkurgu okumaya çalışmış insanlar genellikle onu gayri insani, elitist ve kaçışçı bulduklarını söylerler. Bilimkurguların bütün karakterlerinin hem geleneklere uygun olmalarından, hem de olağandışı birer dâhi, uzay kahramanı, süperhacker, erdişi uzaylı olmalarından dolayı bu kurguların gerçek insanların hayatta uğraşmak zorunda oldukları şeylere değinmekten kaçtığım ve böylece kurgunun temel işlevlerinden birini yerine getiremediğini söylerler. Jane Austen'ın İngilteresi bize ne kadar uzak olursa olsun, kitabın içindeki İnsanlar akla yatkın ve bir şeyleri açıklayıcı gelir onlar hakkında okurken, kendimiz hakkında bir şeyler öğreniriz. Bilimkurgunun kendimizden kaçmaktan başka bize sunduğu bir şey yok mu?Naylon karakter sendromu ilk bilimkurgularda gerçekten vardı, fakat yazarlar onlarca senedir karakterleri ve insan ilişkilerini araştırmak için bu edebi türü kullanıyor. Ben bunlardan birisiyim. Tamamen hayal ürünü olan bir ortam, belirli bazı özellikler ve fırsatların yaratılması için en uygun ortamdır. Ama çağdaşromanların büyük bir bölümünün karakter romanı olmadığı da bir gerçek. Yüzyılın bu ucu, Elizabeth veya Victoria devirlerindeki gibi bir bireysellik çağı değil. Bizim gerçekçi yahut başka türlü Öykülerimizde güvenilmez anlatıcılar, dağılmış görüş açıları, çoklu algılayış ve perspektifler bulunur; karakter derinliği ana değer olarak kabul edilmez. Olağanüstü metafor imkânlarıyla bilimkurgu birçok yazan bireysellik sınırlarının ötesindeki bu araştırmanın en ön saflarına taşımıştır: Postmodernin yamaçlarındaki Şerpalar gibi.Elitizme gelince, bu sorun bilimperestlikle ilgili olabilir: Teknolojik avantaj, ahlaki bir üstünlük zannediliyor. Yüksek teknokrasi emperyalizmi, kibri açısından eski ırkçı emperyalizme denktir; teknoloji düşkünleri bilginin/ağın içinde olmayanları, insan eliyle yapılmış doğru gereçlere sahip olmayanları yok sayarlar. Onlar proleterlerdir, yığınlardır, suratları olmayan hiçlerdir. Gerek kurgu, gerekse tarih kitabında hikâye onlarla ilgili değildir. Hikâye, gerçekten etkileyici, gerçekten pahalı oyuncakları olan çocukların hikâyesidir. Böylece zamanla "insan" denilen şey, son derece gelişkin ve hızlı büyüyen endüstriyel teknolojiye ulaşabilenler diye tarif edilmeye başlanıyor fiilen. "Teknoloji"nin kendisi de bu tür şeylerle sınırlanıyor. Ben, Keşiften önce Amerika Yerlilerinin hiçbir teknolojiye sahip olmadıklarını büyük bir samimiyetle söyleyen bir adamı kendi kulaklarımla duymuştum. Öyleyse fırınlanmış testiler hudayinabittir, sepetler yaz mevsiminde olgunlaşırlar. Machu Picchu da olduğu yerde bitivermiştir.İnsanlığı, karmaşık bir endüstriyel gelişim teknolojisinin üretici tüketicileriyle sınırlandırmak gerçekten acayip bir fikir, tıpkı insanlığı Yunanlılarla, Çinlilerle veya İngilizlerin orta sınıfının üst kesimiyle sınırlandırmak gibi. Biraz fazla sayıda insan dışarıda kalıyor. Bununla beraber bütün romanlar insanların çoğunu dışarıda bırakmak zorundadır. Karmaşık bir teknolojiyle ilgili bir romanda (nasıl desek) teknolojik açıdan farklı türde olanlar meşru olarak dışarıda bırakılabilir; tıpkı orta sınıfın yaşadığı banliyölerdeki zinalar hakkındaki bir romanın şehrin fakirlerine önem vermemesinde veya erkek ruhuna odaklanmış bir romanın kadınları atlamasında olduğu gibi. Ama bazılarının bu şekilde dışarıda bırakılması, avantajın üstünlük anlamına geldiği, bütün toplumun orta halli beyaz sınıftan oluştuğu ya da hakkında kitap yazmaya değer tek varlığın erkek cinsi olduğu şeklinde de okunabilir. Bir şeyin atlanmasıyla verilen ahlaki ve politik mesajlar, bunları verme bilinci üzerinden meşrulaştırılırlar; yazarın kültürünün bu bilince izin verdiği kadarıyla elbette. Bu İş, eninde sonunda bir sorumluluk alma meselesidir. Yazarlık sorumluluğunun inkârı ve kasti bir bilinçsizlik elitizm adını hak eder ve gerçekçilik de dahil her türden kurguyu fakirleştirir.Diğer dünyaların, uzay yolculuğunun, geleceğin, hayali teknolojilerin, toplumların veya varlıkların imgelerini ve mecazlarını kullandığı için bilimkurgunun yaşamlarımızla insani bir bağ kurmaktan kaçtığı şeklindeki yargıyı kabul etmiyorum. Ciddiyet sahibi yazarlar tarafından kullanılmış olan bu imgeler ve mecazlar bizim yaşamlarımızın imgeleri ve mecazlarıdır; bizim hakkımızda, varlığımız ve seçimlerimiz hakkında şimdi ve burada başka türlü söylenemeyecek şeylerin meşru bir şekilde kurgu yoluyla simgesel söylenişidir. Bilimkurgunun yaptığı şey şimdiyi ve burayı genişletmektir.Siz neyi ilgi çekici bulursunuz? Bazı insanlar için, sadece diğer insanlar ilginçtir. Bazı insanlar gerçekten de ağaçlan, balıklan, yıldızlan veya makinelerin nasıl çalıştığını, gökyüzünün neden mavi olduğunu hiç umursamaz; onlar, genellikle de dinlerinin etkisiyle sadece insana odaklıdır; bu insanlar ne bilimi, ne de bilimkurguyu sevebilirler. Antropoloji, psikoloji ve tıp hariç tüm bilim dalları gibi, bilimkurgu da sadece insan odaklı değildir. Diğer varlıkları ve varlığın diğer safhalarını da içerir. Bilimkurgu, gerçekçi romanın en büyük konusu hakkında, yani insanlar arasındaki ilişkiler hakkında olabilir ama bir insanla başka bir şey arasındaki, başka bir çeşit varlık, fikir, makine, deneyim veya toplum arasındaki bir ilişki de olabilir.Son olarak da, bazı insanlar bana, bilimkurgular kasvetli olduğu için bu kitaplardan kaçındıklarını söylüyorlar. Eğer felaket sonrası olabilecekler için insanlığı uyaran öykülere, birbirlerinden daha fazla zırlamayı marifet bilen yeni moda yazarlara ya da gevşek-metal-boş-sanal karakter ve ortamlı Kapitalist Gerçekçiliğe dayanan romanlara denk geldilerse bu anlaşılabilir bir şey. Ama bence genellikle bu suçlama okurun kendi zihnindeki bir ürkekliği veya bir karamsarlığı yansıtır daha ziyade: değişime güvensizlik, hayal gücüne güvensizlik gibi. Birçok insan gerçekten de tam anlamıyla tanımadığı herhangi bir şey hakkında düşünmek zorunda kalmaktan ürker veya böyle bir şey karşısında karamsarlığa kapılır; denetimini yitirmekten korkar. Zaten son derece iyi bildikleri bir şey hakkında değilse okumazlar, başka bir renkse nefret ederler, McDonald's değilse yemezler. Dünyanın onlardan önce de var olduğunu, onlardan büyük olduğunu ve onlarsız da yoluna devam edeceğini bilmek istemezler. Tarihi sevmezler. Bilimkurguyu sevmezler. Tann onlara McDonald's'ta yemek ve Cennet'te mutlu olmak nasip etsin.Şimdi, insanların neden bilimkurgu sevmedikleri hakkında konuştuktan sonra, ben neden sevdiğimi söyleyeyim. Ben pek çok kurgu çeşidini, büyük ölçüde, hiçbiri tek bir türe has olmayan aynı özelliklerden dolayı severim. Ama bilimkurguda bulunan ve bilimkurguyla ilgili olarak sevdiğim şeyler özellikle şu meziyetlerdir: canlılık, genişlik, hayal gücünün kılı kırk yarması; oyunculuk, çeşitlilik ve mecaz gücü; geleneksel edebi beklentiler ve üsluplardan azadelik; ahlaki ciddiyet; akıl; heyecan vericilik ve güzellik.Durun şu son kelime üzerinde biraz oyalanayım. Bir öykünün güzelliği düşünsel olabilir, tıpkı bir matematik ispatı veya billurdan bir yapı gibi; estetik olabilir, tıpkı iyi yapılmış bir eserin güzelliği gibi; insani, duygusal ve ahlaki olabilir; büyük ihtimalle de hepsi birden olacaktır. Yine de bilimkurgu eleştirmenleri hâlâ, bu öyküler sadece bazı fikirlerin açıklanmasıymış, sanki her şey düşünceyle ilgili "mesaj"dan ibaretmiş gibi davranıyorlar. Bu indirgemecilik, çağımızda yazılan pek çok bilimkurgunun incelikli ve güçlü tekniklerine, denemelerine ciddi şekilde ket vuruyor. Yazarlar dili postmodernistler gibi kullanıyor; eleştirmenler onların onlarca yıl gerisinde, dili tartışmıyorlar bile, seslerin, ritimlerin, tekrarların, kalıpların imalarına kulakları sağır sanki yazının kendisi fikirler için sadece bir araçmış, ilacın etrafındaki jelatin kılıfmış gibi. Bu naiflikten başka bir şey değil. Üstelik en iyi bilimkurgularda en çok sevdiğim şeyi, yani güzelliği tamamen gözden kaçırmış oluyorlar.Bu kitaptaki öyküler üzerineTabii ki kendi öykülerimin güzelliğinden bahsedecek değilim. Onu eleştirmenlere bırakıp fikirler hakkında konuşmama ne dersiniz? Mesajlar hakkında değil ama. Bu öykülerde mesaj yoktur. Bunlar kader kısmet çeken tavşanların çektiği notlar değil. Öykü bunlar.Son ve en uzun üç öykü aynı düzenek hakkında: Var olan hiçbir teknolojiden yapılmış bir çıkarım değil; haklılığı var olan hiçbir fizik teorisiyle kanıtlanamaz; tamamen, mazeret kabul etmez biçimde inanılmaz bir fikir. Katıksız bir düzmece. Dedikleri gibi, katıksız bilimkurgu.Yıllar önce ilk bilimkurgu romanlarımı yazarken galaksinin bazı yönlerden güçlüklerle dolu olduğunu fark etmiştim. Einstein'ın, hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı gidemeyeceği teorisini kabul ettim (çünkü yerine koyabileceğim bana ait daha ikna edici bir teorim yoktu). Ama bu, uzay gemileri bir yerden bir yere gidinceye kadar mümkün olamayacak kadar uzun bir zaman geçmesi gerektiği anlamına geliyordu.Allahtan, eğer bu gemiler ışık hızıyla ya da ışık hızına yakın bir hızla gidebiliyorlarsa, bu durumda Albert Baba, ışık hızına yakın bir hızda giden bir uzay gemisindeki yolcunun bunu neredeyse anlık bir yolculuk gibi yaşamasını mümkün kılan zaman genişlemesi paradoksunu da bizlere sunmuştu. Eğer buradan yüz ışık yılı uzaktaki bir dünyaya, ışık hızına yakın bir hızla gidersek, bunu birkaç dakikada yapmışız gibi algılarız ve gittiğimiz yere ancak birkaç dakika daha yaşlanmış varırız. Ama geride bıraktığımız dünyada ve vardığımız dünyada, bu birkaç dakikada yıllar geçmiştir.Bu paradoks, yıldızlar arası yolculuk yapanların hayatları, ilişkileri, hisleriyle başa çıkmaya çalışmak açısından harika bir paradokstur ve bunu birçok öykümde kullandım. Fakat iletişimi berbat bir hale sokuyor. İnsan yüz ışık yılı ilerideki diplomatik memuriyet yerine varıyor, ama onu oraya yollayan hükümetin hâlâ iktidarda olup olmadığını ya da hâlâ o megathorium sevkiyatına ihtiyaçları olup olmadığını bilemiyor.Eğer iletişim kuramazsak, pek öyle yıldızlar arası ticaret, diplomasi veya herhangi bir ilişki gelişemez. Oysa romanlar genellikle ilişkiler üzerinedir, insanlar arasında olsun veya olmasın. O yüzden ben yanıssalı icat etmiştim. (Sonra bunun şerefini, aletin nasıl çalıştığını bana anlatmak için çok uğraşan Anarresli Shevek'e verdim; ama önce ben icat etmiştim!)Yanıssal Einstein'a karşı çıkıyor. Haber, maddesel bir şey değildir ve o yüzden (Ah. Bilimkurgusal "o yüzden"lere bayılıyorum!) yanıssal tarafından anında iletilebiliyor. Ne bir paradoks var, ne de zaman kayması. X'ten Y'ye yüz ışık yılı bir yolculuk yaptığımızda, Y'de bizi, X'in geçmiş bir asırlık tarihi bekler; bizi yollayan anarko-sendikalist ütopyacıların yerine kaçık teokratik bir diktatörlüğün geçip geçmediğini merak etmemize gerek yok. Gerçekten de onları yanıssal ile hemen arayıp öğrenebiliriz. Alo? Yoldaş? Hayır, ben kaçık bir teokratik diktatörüm.Bilimsel olarak çok saçma da olsa, yanıssal sezgisel açıdan son derece tatmin edici bir şey, onu kabul edip inanması kolay. Neticede bizim dünyamızda bilgi ve haber, hatta telefondaki canlı seslerimiz bile maddeye sahip olmayan elektronik sinyaller olarak (görünüşte) anında dünyanın etrafında hareket ederken uyuşuk ve maddi bedenlerimiz onun çok gerisinden yürüyor, arabayla veya uçakla yetişiyor.Tabii ki yanıssalın çalışmasını sağlayan da (görünüşte) bu. Ama kimse bugüne kadar bu konuda şikâyetçi olmadı. Ve zaman zaman yanıssalın başka birinin öyküsünde de boy gösterdiği oluyor. Yanıssal da tıpkı telefon, tuvalet kâğıdı gibi bir kolaylık.İlk birkaç öyküde insansız uzay gemilerinin de anında yolculuk yapabildiklerini söylemiş veya ima etmiştim. Bu bir hataydı, sadece maddesiz varlıkların ışıktan daha hızlı gidebilecekleri yolunda kendi koyduğum kuralın ihlaliydi. Bir daha yapmadım ve kimsenin dikkatini çekmemiş olmasını umut ettim.Ama insan hatalarına bakıp keşifler yapabiliyor; genellikle beklenmeyene yolu açan şey gayret değil de yanlışlar oluyor. Uzun bir zaman sonra bu insansız ve akla uygun düşmeyen gemileri düşünürken, ima edilen şeyde farklılığı meydana getirenin maddesel varlık değil de yaşam ya da akıl olduğunu anladım. İnsanlı bir gemi ile insansız bir gemi arasındaki tüm fark yaşayan bedenler, akıl ya da ruhtu. Bakın işte bu çok ilginçti. İçinde insan olan bir gemiyi ışıktan hızlı gitmekten ne alıkoyuyordu – yaşam mı, akıl mı, niyet mi? Peki insanları ışıktan daha hızlı götürebilecek yeni bir teknoloji icat edersen ne olur? O zaman ne olur?Bu yeni uyduruk teknoloji en az yanıssal kadar imkânsız, ayrıca da sezgi-dışı olduğundan, uyduruk bir izahat bulmak için vakit harcamadım. Sadece ismini koydum: Çörtme teorisi. Yazarların ve ariflerin bildiği gibi, asıl olan isimdir.Bir kez ismi bulunca hemen çalışmaya koyuldum; kelime hazinesine bir hayli zaman ayırdım. Anında yolculuğun, sıçramanın neye benzeyebileceğini kurguyla izah edebilmek için kelimelere ihtiyacım vardı; bunu yaparken düzeneğin nasıl çalıştığının tek izahatının neye benzediği olduğunu ve kelimelerin yetmediği yerde sözdiziminin insanı doğrudan başka bir dünyaya götürüp sonra hiç zaman kaybettirmeden geri getirebileceğini fark ettim.Çörtmeli üç öykü de üstkurgu örneğidir, yani bir öykü hakkındaki öyküler. "Şobilerin Masalı"nda yaşanan sıçrama, anlatım için bir metafor yerine geçiyor; anlatım da paylaşılan bir hakikati yapılandırmak için kullanılabilecek kesin olmayan, güvenilmez ama en etkili yolun metaforu niteliğini taşıyor. "Ganam'a Dans" öyküsünde güvenilmez anlatım teması ya da başka bir deyişle farklılık gösteren tanıklıklar devam ederken, ileri teknoloji mensubu kibirli kahraman dış merkeze alınıyor ve çörtme salatasına o harika sürüklenme teorisi de ekleniyor. Son olarak da "Bir Başka Masal"da –zaman yolculuğuyla ilgili benim az sayıdaki deneyimlerimden biri– aynı kişi hakkındaki, aynı zaman zarfında tamamen farklı ve tamamen doğru iki ayrı öykünün yarattığı imkânları keşfe çıkılıyor.Bu öyküde çörtme teorisinin gereken teknolojiyi yaratmakta başarısız olduğunu, bizi bir zaman kaybına uğramadan, güvenilir bir şekilde X'ten Y'ye götüremediğini fark ediyorum; ama sanırım denemeye devam edecekler. Bizler, türümüz icabı çok, çok hızlı gitmekten hoşlanıyoruz. "Bir Başka Masal"da benim dikkatim, O gezegeninin hudutsuz duygusal olasılıklarla yüklü karmaşık ilişkiler ve davranışlara yol açan evlilik ve cinsellik ayarlamalarına takıldı. Bizler, türümüzden dolayı hayatı çok, çok karmaşıklaştırmaya bayılırız."Gorgonidlerle İlk Temas" veya "Kuzey Yüzü Tırmanışı" hakkında konuşmak istemiyorum – insanın yaptığı espriyi anlatmasından daha berbat bir şey olabilir mi? Öte yandan her ikisini de çok seviyorum. Komik öyküler, salakça öyküler ne büyük bir ihsan. İnsan böyle bir öykü yazmak için masa başına oturmaz, böyle bir şeye niyetlenilmez; onlar insanın ruhunun karanlık yanlarının armağanlarıdır."Kerasyon" bir atölye çalışması. Hepimize bir insan icadı ya da düzeni bir davranış veya âdet uydurma ödevi vermiştim; bütün bu maddelerin bir listesini yaptık, sonra hepimiz bunlardan istediğimiz kadarını kullanarak birer öykü yazdık. Vauti-tuber kolyeler gibi birçok acayiplik bu listeden kaynaklanıyor, tıpkı kumda heykel yapma ve insan derisinden flüt yapma kavramları gibi. Arkadaşım Roussel kendi icadını şöyle açıklamıştı: "Kerasyon kulakla duyulamayan bir müzik aleti." Altı kelimede bir Borges öyküsü. Ben bundan birkaç yüz kelime çıkarttım ve bunu yapmaktan büyük zevk aldım, ama çok fazla da geliştirmedim.Bu kitaptaki öyküler arasında "Newton'un Uykusu" ile "Her Şeyi Değiştiren Taş" bana en çok keder verenler. "Taş" bir mesel, ben meselleri pek sevmem. İçindeki hiddet öyküyü ağırlaştırır. Ama buradaki kilit imgeyi çok sevdim. Mavimsi yeşil taşıma daha hafif bir ortam yaratabilmiş olmayı isterdim."Newton'un Uykusu"na gelince bu, "tek bir görüş açısı ve Newton'un Uykusu"ndan ırak olmamıza duacı olan Blake'ten alınma bir başlık. Dahası öykü Goya'nın olağanüstü eseri Mantığın Uykuya Dalışı Canavarlar Doğurur ile de bağlantılıdır. Newton'un Uykusu teknoloji karşıtı bir tenkit, teknoloji düşmanlarının kopardığı bir yaygara olarak okunabilir ve okunmuştur. Başta öyle olmasını amaçlamamıştım, daha çok uyarıcı bir öykü, yıllar boyunca okuduğum, uzay gemileri ve uzay üslerindeki insanları dünyadakilerden daha üstünmüş gibi (bilerek ya da bilmeyerek burada elitizm sorunu yine karşımıza çıkıyor) tasvir eden birçok öykü ve romana bir tepki olarak tasarlamıştım. Ahmaklar sürüsü layık oldukları çamur içinde kalır, orada çoğalır ve sefalet içinde ölürken; video kayıt cihazlarını programlamayı becerebilen birkaç kişi bu süper temiz askeri dünyacıklarda, modern bir elverişliliğe sahip sanal cinsellikleriyle yaşarlar ve işte insanlığın geleceği bunlardır. Bu bana en korkunç geleceklerden biri gibi geliyor.Öte yandan öykü bu konuyla sınırlı kalmadı; kendi sorunlarıyla birlikte zihnime yürüyüp gelen, endişeli, aklı karışık bir adam olan İzi karakteri sayesinde genişledi. Akla uygun olmayan şeylerin varlığını kabul etmeyen, başka bir deyişle hakiki inancın neden işlemediğini bir türlü göremeyen ve anlayamayan hakiki bir mümindi o. "Ganam'a Dans"taki Dalzul gibi İzi de trajik bir karakter, takdire şayan bir hilekâr, ama Dalzul'dan daha az azimkâr ve daha dürüst biri, o yüzden de daha çok ıstırap çekiyor. Aynı zamanda sürgünde; neredeyse bütün kahramanlarım öyle veya böyle bir çeşit sürgünde oluyor.Bazı eleştirmenler İzi'yi dermansız bir günah keçisi, benim dillere destan kana susamış, erkek düşmanı feminist kinime kurban gitmiş biri saydıkları için önemsemediler. Nasıl isterseniz öyle olsun beyler. Gerici tepkinin kızışmış kinini ne yapalım peki? Ama okur İzi'yi nasıl görürse görsün öykünün uzay yolculuğu karşıtı olarak okunmuyor olduğunu umarım. Ben uzayın keşfedilmesi fikrini de, gerçeğini de çok seviyorum ve bütün bu düşünceyi daha az ukalaca bir antiseptik haline getirmeye çalışıyordum. Ben gerçekten de gittiğimiz her yere kendi çamurumuzu da götürmemiz gerektiğine inanıyorum. Biz çamuruz. Biz Dünyayız.



Kaynak: İçdeniz Balıkçısı - Metis, Mart 2007 (epigraftan kopi pasta)